10 Şubat 2014 Pazartesi

Yazmak ya da yazmamak. İşte tek mesele bu.

Bu hayatta emin olmak zor iş. Eminlik yoksa belirsizlik var işte. Ben de ikisi arasında sabah koşusuna çıkmış gibiyim. Gerçi hayatım orta şekerde harika gidiyor şimdilik. Bak yine şimdilik diyorum, çünkü sonrası Allah kerim. Sömestır tatili için asıl şehrim, Kuşadasına geldim. Gelirken on beş dakika kapıda, on beş dakika hava da, yarım saat gecikmeli geldim aslında. Aylardan sonra Ada'ya gelince, ilk bir saatim tuhaf tuhaf bakınmakla geçti. Bazı yeni yerler açılmış, yollar yapılmış ,hiç görmediğim yüzleri görüyorum etrafta... Her an bilimkurgu'ya dönüşebilecek potansiyeli olan bi film gibiydi anlayacağın. Şu "bıraktığın gibi bulursun" cümlesi yalanmış arkadaş. Şiirsellikte dramatize ediyor ama benim olayıma uymadı. Böyle yazdığıma bakma, o afallamış halimi üstümden atar atmaz hemen gezmeye, tozmaya başladım. Arkadaşların biri çağırır, diğeri çağırır. Biri davet eder, biri gelir, biri gider... Ohoo bu böyle, uzar gider. Geldiğim ilk gün arkadaşımın kuzeninin doğum gününe gittim, bu kadar da balıklama daldım yani gelir gelmez. Ki içimden de dedim, "kızım Beste, daha yeni geldin ya, bi soluklan. O kadar rötarlı geldin, hava şartları mağduru bi kızsın sen" diye ama, bu sefer iç sesime kulak asmadım. Allahım, bu zamana kadar astım da n'oldu. Kalp sesiymiş... Çalar saatimin sesi daha iyi.

 Hayatta ne istersem onu yaptım. Yani bana istemediğim şeyi biraz zor yaptırırlar, amma ve lakin şu kalbimin sesini eğitim ve kariyer kategorisinde dinlediğimde bi geri dönüş alabildim, diğerleri helyum balonu gibi söndü yani. Neyse zaten ayın on beş'in de bu rüya tatil sona erecek. İstanbul'a ayak bastığım an itibariyle Sakarya'ya çekimlere gideceğim. Kuşadası'nın kışı gelmemiş, bahar havasından sonra Sakarya'nın ya don ya yaşa havası biraz beni huzursuz ediyor ama n'apalım, işim bu. Ne kadar da zor şartlar ve yorgunluk olursa olsun işime tam gaz devam. Antartika da bile olsa fark etmez. Kuşadasında tanındığımı fark ettim. Yani en azından geldiğimden bu yana. Zira bi kaç insan kendi aralarında benim hakkımda konuştular. Hatta ben onları duyuyor ama onlar beni fark etmiyorken. E hal böyle olunca ben de dinledim tabii.

-Beste Tosuner diil mi bu?
-İsmi tanıdık geliyo ama...
-Yok, yok o. Diş Hekimi'nin kızı. İstanbul'da okuyodu bu heralde.
-Havalı bi kız gibi bu ya. 

-Aaa Beste.
-Ne Beste?
-Beste oğlum bu. Şu A'nın arkadaşı. Tanışmışlığımız var bu kızla bizim.
-Eee?

-Beste'ye bak saçını boyatmış galiba.

-İlk okul da Tosun derlerdi bu kıza. Vay bee!



İlk okul da Tosun demeleri, ergenliğimin başlarındaki travmaydı zaten. Otuz bilmem kaç kilomla Tosun 
dediklerinde kendimi altmış, yetmiş kiloluk çocuk obezler gibi hissediyordum. Tamam yani o zamanlar herkese lakaplar takılırdı falan ama Tosun ne ya? Tosun ne yani? Muşmula surat, martı kaş, dört göz gibi klasik bilindik lakaplar varken bir kızın en acı noktası kilodan giriş yapılır mı? Şimdi bana Tosun diyenler bilmem kaç kilo ama neyse artık. Gerçi orta okulda bu durum değişti de bunun yerine Çakma Vanessa denmeye başlandı. Şu High School Musical da Gabriella rolünü oynayan kız işte, Vannessa Hudgens. Ona benzetiliyordum, hala bezetiliyorum aslında ama artık Çakma Vanessa diye seslenenler yok, şükür ki. Bi tek teyzem Vanessa der, onun dışında bir çok insana göre ben Beste Tosuner'im, Tosun'da değil yani Tosuner. O er ekini eklemek zor geliyordu demek ki ergenlik döneminde.
Uslu bi çocuktum aslında ben ama sanırım biraz alıngandım. Yani "sana Tosun dediklerinde Tosun olmuyorsun ki" diyen ilk okul öğretmenim alınmasın ama, olmuş kadar oluyordum sanırım. Kendini on, on bir yaşında Tosun hissetsen n'olur, hissetmesen n'olur. Ama yoook, evde annem, babam prenses diye seslenince, okulda Tosun diye seslenilmesinin travması öyle kolay olmuyor işte.