12 Eylül 2013 Perşembe

Gönderilmemiş mutluluklar mektubu

Ne yapayım şimdi, gitmeyeyim mi bir daha o kafeye?
Nasıl bir çözüm yolu buldum, harikayım.
Seni görmeyeyim diye şehri terk ediyor muşum bir de, düşünsene.
Yok hayır, zaten artık aynı şehir de değiliz. Aslına bakarsan iki şehrimizde aynı.
İstanbul... her şeyi unuttuğum, hayallerimi gerçekleştirdiğim şehir. Çoğunlukla çoşkulu, sevinçli ve içten içe suskun...
Haberi öğrendiğimde "hadi canımm!" dedim içimden.
Neden böyle oldu, neden bu şekilde oldu? 
Seni özleyeceğim. Bana "bu, o kız mı?" diye düşünen bakışlarını, arkadaşlarımla aramdaki konuşmayı dinlemeye çalışırken çocuklaştığın zamanlarını... 
Bir çok şeyi özleyeceğim, yani özlemek isterdim çünkü çok fazla özleyebileceğim bir şey bırakmadın.
"Unuttu" diyorum. Hoş, unutmasaydın da ne olabilirdik, bilmiyorum.
Bilmediğim bir şey daha var; o da ne hissettiğim. Acı mı çekiyorum, şok mu geçirdim, öfkelendim mi bilmiyorum. Her travmada hissetme özelliğimi kaybediyorum sanırım ben.
Gerçi hissetmemeyi ta en başından isterdim.
O gece arkama döndüğümde elindeki telefonu umursamayıp bana bakıyordun.
Neden mal gibi durduk yere gülümsedim hala bilmiyorum. Sonra seni bir daha göremeyeceğimi bilerek uyudum. 
Ama Tanrı bu ya, bazen farklı şeyler yazıyor sana biraz daha uzasın şu oyun diye.
Daha sonra tekrar gördüm, ve sonra tekrar, tekrar, tekrar....
Madem bir sonu yoktu neden karşıma çıkarmıştı tanrı seni?
Son ne ya, başlangıç yapmadan bir son olabileceğine de inanmaya başladım sanırım.
Tam bir malım biliyorum. Hep ben saçmaladım, hep ben çocukluk ettim, kafamın içinde beynim yokmuş gibi davrandım. 
Hem de sırf gururdan. Gururuma s*çayım, seni kaybettim. 
Kazanamadan kaybettim, iyi halt ettim. Şimdi oturup mutluluğunu izliyorum.
Gerçi mutlu musun pek anlayamadım, mimiklerin deli gibi aşık olan bir adamın mimikleri değil, ama mutsuzluktan kusucam diyen bir adam gibi de durmuyorsun. 
Ben sadece boş boş takılıyorum.
A ve G'de mutlu olabilirlerdi. Yani... belki.
Siz erkekler konseyi gibi oturup "hadi hepimiz bir manita yapalım" falan mı dediniz, nedir bu acele anlayamadık zaten. Anlamakta istemedik.
Daha fazla düşünseydik, yeni bir film çıkaracaktık kafamızda.
Başrol çiftleri hastalıklı ilişkiler içinde aşk yaşıyorlar.Ya da yaşadıklarını sanıyorlar...
En kötüsü de bu oluyor sanırım.
Neyse bu mektubu sana göndermeyeceğim, evet, aynen öyle yine gurur yapıyorum. Gururumu terk edebileceğim bir şey görmüyorum çünkü ortada.
Aman neyse, sağ ol ya gerçekten. Farklı bakışlar, farklı davranışlar, farklı duygular.... güzeldi, kısaydı ama özdü. Gerçekçiydi ya da değildi. Gerçek olmasını dilerdim.
Mutlu ol, hak ettiğini düşünüyorum. Hep düşündüm.
Sensiz, gözlerinsiz, hiç bir şeysiz.


Anılar, anılar, anılar.... Yok ya, valla hiçte geri gelmiyorlar

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Falımda çıkan zeki, yetenekli ve kendine güvenen adam, nerdesin hemen geliyorum.

Her kızın içinde "fala inanmam da, falsız da kalmam" politikası vardır her halde. O kızların içinde ben de varım. Bu yüzden dün gece Y, "hadi sana tarot bakayım" dedi. Gözlerim parladı yemin ederim. Geleceği Tanrı'dan başkasının bilemeyeceğini bilsem de, böyle çıkan şeyler tuttuğunda falan gayet hoşuma giden bir durum oluyor yani. "Ay süper, hadi hadi çabuk bak madem" dedim. Bekliyorum böyle görücüye çıkacak heyecanlı kız edasıyla. Saydı, sıraladı bir çok şey. Şansıma da çok güzel şeyler çıktı. Geleceğim parlak, başarı, takdir edilmek falan... O sayıyor, ben sevkten dört köşe oluyorum, bildiğin.
Sonra aşk'a geldi. Aha dedim, kesin burda b*k'a doğru gidecek fal. Yok yani, iyi şeyler çıkması muhtemel bile değil. Öyle şeyler anlattı ki, aha laneti kırdım mı len acaba?
Kalbimi sesini dinleyecek mişim de, büyük bir aşk yaşayacak mışım da, zeki, kendine güvenen, yaratıcı, kişiliği olan bi adam olacak mış. Eklemeyi de unutmadı: nazik ama aynı zamanda sert bir adam. 'İş adamı, sanayici, yönetici ,banker, mülk sahibi' Fazla konuşmayı sevmeyen, oturaklı bir adam mış. Allahım, bu adam gerçekten karşıma çıkacaksa şimdi, şu dakika da bile çıkabilir yani, sorun yok. Nazik ama aynı zamanda sert olması gayet hoş bir özellik. Sert adam iyidir, adamdır yani. En azından genel olarak benim düşüncem bu. Zeki olması zaten en önemli özelliklerinden. Salak, kafası boşa çalışan bir adamla zaten zaman mı geçer, nasıl bir şeyler paylaşacaksın o adamla. 



Böyle de bir şey var yani. Ben o kadar kendimi geliştirmeye devam eden, sürekli bir şeyler öğrenmeye çalışan bir yapıdayım, sevgilim hayatı hep lay lay lom'a alıp, saçma sapan bir adam olacak ha? Allah yazdıysa bozsun. Allah beni öyle bir adama aşık etmez inşallah. Yalnız dikkatimi çeken kısmı; iş adamı, banker, mülk sahibi ne ya? On sekizlerim de gencecik bir hatunum, aşık olacağım adam aramızda yaş farkı olan, olgun bir adam mı olacak? Yani aşık olduğum diyorum, çünkü aşık olmadığım bir adamla sevgili olmam çok zor. Aslında olgun bir adamla bir ilişki yaşamak yaşıtlarından farklı olabilir. Daha tecrübeli, daha bilgili, sana katacağı şeyler daha çok, farklı olur sonuçta. Yeri gelir, yönlendirir, adam akıllı ciddi bir ilişkin olur. On yedi, on sekiz yaşlarındaki erkeklerin ergen tavırları olmayabilir. Bu da aslına bakarsan gayet hoş bir durum. Tamam, olgun adamla da yeri gelir saçmalar, çocuklaşırsın ama en azından özünde olgun bir ilişkiniz olur. Olgun adam dan kastım da kırk, elli yaşındaki adamlar değil tabii ki. En azından Yirmilerinde, yirmilerinin ortası iyidir.

Bu zamana kadar aşktan bahtım karardı karardı, şimdi gençliğimin baharında bu özelliklerde düzgün bir adam çıkarsa karşıma bu hayatın bana "işte senin kaderindeki adam bu. O yüzden o öküzlerle olmadı kızım" deme hali sanırım.


 Falımda çıkan adam sen değilsen,o adam gelecekse hemen gelsin bence. Hem çok hoş gelsin... Öyle bir hoş gelsin ki gitmeyeceğine kalbimin attığına emin olduğum kadar inanayım, öyle sevsin beni.

8 Ağustos 2013 Perşembe

Temizlik imandan, temizlemek B'den gelir

Ne kadar da bana bayram gibi gelmese de 'bu gün bayram'. -Bu arada hepinizin bayramını kutluyorum- Bana bayram gibi gelmedi, çünkü kimseyle bayramlaşamadım, ailemden kilometrelerce uzaktayım ve tüm gün sabah yedi'den, akşam sekize kadar çalışıyorum. Provalar hızla, hatta çok daha hızlı devam ederken Tiyatronun tüm işlerine bayram süresince ben bakıcam.
♡Çünkü N abi tatile gitti. Bir tek o mu, İ'de tatile gitti. Adam, Facebook durumunu "Bodrum, Bodrumss" yazacak kadar kendinden geçmiş. O deniz senin, bu deniz benim. Şu şezlongu ben kaparım, bu barda ben çoşarım misali Bodrum'lar da gençliğine gençlik katıyor.
Diğer, İ'den zaten Allah haberdar sadece. Kızımızın yüzünü gören cennetlik zaten. Eeee, B ne yapsın? Ben ne yapayım? Tatilim yok, İstanbul da 'yandı bitti kül oldu' edasıyla takılıyorum, "acıyın lan bu kıza!" sesleriniz kulağımda. Madem tatil yok, deniz yok, güneş istemediğin kadar var... bu kız da bayram temizliği yapsın o zaman! Az önce bana bayram gibi gelmiyor diyordum ama bu sıcakta bayram temizliği yapacak kadar da işin ciddiyetindeyim yani, yanlış olmasın. Temizliği yapmam gereken tek mekan Tiyatromuz bu aralar. Sağ olsun bizim arkadaş tayfası öğrenci bekar evine çevirdi resmen. Her yerde ağzına kadar dolan kül tablaları -yerlerde bile küller var, o kadar dolmuş, taşmış- soda şişeleri....
Amaaan, valla sayamıcam. Bu iş böyle gitmez B, hadi kızım sen yine bir el at kurtar şu durumu, milletin hayatını kurtaracaksın, dedim giriştim temizliğe. Aldım elime o efsane sarı bezi ve fısfıslı deterjanı, önce masalardan başladım. Birde Zaz'dan Les Passants açtım, son ses dinlerken yerleri silmeye başladım. Aslında içinde piştiğim pantolonumla temizlik yapmayı hiç istemezdim ama, başka seçenek yoktu. Temizlikte giyilecek kıyafet bellidir aslında: klorak lekesi olmuş bir tişört, ve aynı şekilde eskimiş, lekeli bir şort. Başına da bir tane temizlikçi teyzelerinkinden olan özellikle kırmızı bir kumaş bağla, tamamdır.

Sen bir liselisin, ev hanımı değil. Sakın ama sakın ha temizlik yapma!

Gerçi ben lise'de yurtta kalırken, temizlik yapıyordum. Ama ne yapmak. Sanırsın, evliyim, üç çocuğum var ve resmen tüm gün ev de oturan bir ev hanımıyım. Bir gün doldururdum kovaya suyu, bir kapak deterjanı taş yerleri bir güzel viledaladım. Tabii müziğim yine açık. Saçlarım ev topuzu, meşhur kırmızı üstünde beyaz puantiyeleri olan bandana mı taktım, Amerika'nın altmışlı yıllardaki temizlikçileri gibi yapıyorum temizliğimi. O zamanlar da mevsim, "ben yaz. Bak yoldayım, geliyorum ha, kaldırın kışlıkları". Öyle bir sıcak var yani. Bende bu sıcakta giydim kısa, penye bir elbise. Dışarı çıkacak olsam yüzüne bakmayacağım elbise, o temizlik anında hayatımı kurtardı yemin ederim. Tiril tiril, rahat rahat temizliğimi yapıyorum. 
Kaptırdım ben kendimi, dolapları falan siliyorum, şarkı listesi başa dönmeye hazırlanıyor, sen düşün artık kendimi nasıl kaptırdığımı. Sen kim, temizlik yapmak kim be B? Ulan onu bile elime yüzüme bulaştırdım. Havaya girmişim, temizliğimi yapıyorum ne güzel. Yerleri viledalarken, bir yandan da şarkıda dans ediyorum, söylüyorum. Tam filmlik bir kare yaşıyorum yani o an. Yaşamaz olaydım. Müziğin sesini çok açmanın bir dezavantajı da varmış, dedim o an içimden. Kapının açılma sesini duyamayacak kadar temizlik yapmaya translanmış ben, odama gelen ve bir dakikadır benim viledalarken yaptığım kalçalı danslarımı izleyen iki müfettiş, üç öğretmen ve bir müdür olan altı normal insanı ani bir reflekse arkama dönünce anladım. Ödüm nereye kaçmıştı o an?, öd denen şey gerçek miydi, kafamda deli sorular vardı yemin ederim. Çok klorak beyin hücrelerim öldürdü de, ben kokain çekmişler gibi hayalde miydim, temizlik yaparken uyuya kaldım da bu bir rüya mıydı bilemedim o an, bilmekte istemedim. Keşke camlara da girişseydim, de aşağı düşüp bu anı hiç yaşamamış olsaydım. 
Bıyıklı amcalar fal taşı gibi açmış gözleriyle bana bakarken, çok sevgili Edebiyat hocası kesin o an "Beste'nin bilinmeyen yüzünü görmek bu güne kısmetmiş" diye geçirmiştir içinden. Üstümdeki paçavra penye elbiseyi mi ellerimle kapatmaya çalışayım, yere dökülen deterjanlı su olmuş çıplak ayaklarımı mı gizleyeyim karar vermek Var mısın, Yok musun da Hamdi Bey'le konuşmak gibiydi.
Aha kesin okuldan atılıyorum. Ulan Beste, dört yıl bir arza olmadı, son seneye gelmişsin gider ayak okuldan atılcaksın. Hem aşkta, hem okul da kaybediyorsun, bu kadar da bahtın kara işte. Allah'ım şimdi okuldan atılınca tüm gün evde pinekleyen, on dokuzunda da evlenen işsiz güçsüz kadınlar gibi mi olucam, bu muydu alın yazım?

-Kızım bölmüyoruz dur inşallah?

Böldün valla amca. Hatta sizin yaptığınıza direk basmak, haneye tecavüz, özel mülke izinsiz girmek falan denir yani. İnsan kapı çalar. Belki çaldınız evet, belki çok çaldınız evet, ama ben duymadım işte Allah Allah.
Okuldan atılcam kesin, hatta sürgün etmelerini bile beklerim. Artık benden sonra odalara zil yaparlar da, okulun efsane hikayesi olurum. "Bir salak Beste vardı, çılgınlar gibi, çıldırarak temizlik yaparken müfettişlere hocalara yakalanıp, kendini, yetmiyo gibi okulu, hocaları rezil etti. Şimdi de evlendi, üç çocuğu, bir alkolik kocası var, hala daha da her gün temizlik yapar. O zamandan belliymiş işte..." 
Ay hayır, hayır yani, bu hikayeye asla izin veremem. Ayda yılda bir temizlik yaptım, keşke pisliğin içinde yaşayan pasaklı bir liseli olarak devam etseydim hayatıma.

-Ay kusura bakmayın, odanın güzel bir temizliğe ihtiyacı vardı. Havalar da güzelken yapayım dedim.
-Anlıyoruz...

B*k anlıyorsun. Nesine anlıyorsun be. Sen temizlik yapmak ne demek bilir misin ki bey Amca? Evini temizleyen, yemeğini, ütü'nü yapan, bulaşığını yıkayan bir karın var. O temizliyor evi, sanki sen cd'ye Zeki Müren koyup, elinde vileda oda, oda temizlik yapıyorsun. Anlıyormuş. Anlasan sende karınla birlikte temizlik yaparsın be! Kızım B, sakin ol. Şimdi kadın-erkek eşitliği/eşitsizliği'ne girecek durumda değilsin. Atıldın, atılcan lan. Baktım bizim Edebiyat hocasının tek kaşı kalkık, tamam, dedim affım falan yok. O şeker gibi, hiç bir şeye sinirlenmeyen adamın o anki yüz ifadesini bile anlamak için mimik uzmanları ayrı araştırmalar yaparlardı.

-Neyse biz diğer odalara bakalım da o sırada, sen de hazırla buraları.

Sanki yatılıya gelicek. Tamam, dedim bir güzel ayrıldım o müzikle bütünleştiğim temizlik dünyamdan. Senin de ev hanımlığın buraya kadarmış B, dedim içimden. Döktüm suyu, paçavra olmuş, rezil rüsva penye elbiseyi çıkarıp, giydim diz izi olan bir eşofman. Okuldan da atılmadım şükür. Ama o günden sonra Hediye teyze bana ne vileda verdi, ne bez. Kaderime razı oldum, ev hanımlığını bırakıp liseli olmanIn son aylarını yaşayan genç kız olmaya devam ettim. Bir de bir şey fark ettim: benden iyi ev hanımı olur ama eskiden dansçı olan bir ev hanımı olur. Şayet dans ederken yerleri doğru düzgün silemediğimi fark ettim. Bazı yerleri silinmiş parlıyor, bazı yerleri kupkuru, leş gibi. Kahretsin, kaldı işte tozlar! Hep sizin yüzünüzden müfettiş amcalar! Böyle de suçu size atarım işte, oh olsun.


İlerde, hatta çooook ilerde ki müstakbel kocama bu anımı anlatmayı asla planlamıyorum. 
Adam beni almaktan vazgeçer yemin ederim. 

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Sanki sigarayı bedenimde söndürüyorlardı. Öyle bir acıydı işte yaşadığım

Yıllarca süren ilişkilerin bitişleri çok b*ktan olur. Onca sene birlikte olduğun, birlikte güldüğün, birlikte ağladığın, birlikte saçmaladığın, her bir b*kunu bildiğin ve senin de her b*kunu bilen kadın/adam'dan ayrıldığın anda böyle İstanbul boğazından atlamaya kalkışmışsın da atlayamıyorsun gibi saçma sapan bir boşluk yaşarsın. Ya da ne bileyim bir romantik komedi filminden çıkmışsın da rol arkadaşın birden ortadan kaybolmuş ve sen aniden bir dram filmine tek başına geçiş yapmışsın gibi. Baksana ben de nasıl tasvirler yapıyorum ayrılıkla ilgili. Bir gün uzun soluklu bir ilişkiden çıkarsan bana gelebilirsin yani. Melankolik, garip ama şefkatli ve anlayışlı bir Güzin abla edasıyla, sen böyle sigaranı tüttürüp, yarım yamalak aldığın nefeslerle "Çok sevdim be. Hayatımı s*kti ama çok sevdim" derken ben de oturur dinlerim seni. 
Untitled | via Tumblr
Yeri gelmişken şu uzun soluklu ilişkilerin parantezini açmak gerek, değil mi ama?
•Ortak zevklerinin olduğu...
•Bir birinize anlayışlı olduğunuz...
•Sorumluluklarınızın olduğu ve bu sorumluluklarınızın farkında olduğunuz...
•Birlikte bir şeyler paylaştığın ve yeri gelip tartışabildiğin, yeri gelip sohbet edip fikir alışverişinde bulunduğun...
•Ortak çevrenizin olduğu... 
•Ortak arkadaşlarınızın olduğu...
•İkinizin de kendisine özel bir hayatı olduğunun farkında olup, saygı duymak ama bu hayatın içinde birlikte olmayı da başarabilmek...
*En önemlisi de güvendiğin ve aşık olduğun gayet iyi giden bir ilişki.
İşte tüm bu maddeleri barındıran bir ilişkin gün gelip bitiyor ve sende sokakta kalmış bir kedi yavrusu gibi bir yalnızlık yaşıyorsun. "Ulan biz ne kadar mükemmeldik" diye düşünüyorsun, ağlıyorsun, zırlıyorsun, içiyorsun- s*çıyorsun. Gerçi bunun öncesinde bir şoka giriyorsun, başta hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam edip arkadaşlarınla gülüp eğleniyorsun, zaman nasıl geçiyor anlamıyorsun. Hele de yoğun bir insansan ohooo aklına bile gelmiyor belki de. Ama sonra ayrılık 'dank!' edince affedersin ama  g*te geliyorsun, farkında değilsin. İşte o dank etme sendromundan sonra ayrı ayrı sendromlar yaşıyorsun. Boşluk: başkalarıyla mutlu olma arayışı. Zaten uzun süre birlikte olduğun insana kendini ait hissedersin. Ona mecbursun gibi, onsuz nefes alamayacak gibi. Biterse, ölürsün gibi hissedersin. Kabız olmak gibi bir şeydir ayrılıkta yaşadığın. İçinde çok şey vardır, bunlar canını acıtır ama atamazsın bir türlü, kurtulamazsın. B*k gibi bir histir anlayacağın, tarifi yok.

Farkılı bakış açıları:
Yemek yaptığım bir adamı asla unutmam

yay ^_^ | via FacebookBenlik bir durum yokken orta da, hemen not geçmek istiyorum; Bir çok insanın, söylenenin aksine -özellikle de kızların- yemeği sevdiğini biliyorum. Yahu ne kadar da "ben diyetteyim, yok yemem" deseler de yemeği sevdiklerini değiştirmez bu durum yani. Nereden mi biliyorum, çünkü ben de şuan öyleyim. Neyse. Yemeği seven bireyler olarak -kaldı ki Türk insanı zaten boğaza düşkündür- bu yeme hali hayatımızın içine de işledi aslında, farkında değiliz. Bu yüzden ki sevdiğinle birlikte bir şeyler paylaşmak, oturup sohbet etmek, güzel anlar yaşamak dışında aslında sevdiğinle birlikte bir şeyler yemek kısmı da dikkate alınmalı. Hatta ki 'sevdiğinle yemek yapmak' kısmı. Yemeği seviyorum, yemek yapmayı seviyorum, bir de sevdiğim bir adam var... Eee, neden birlikte yemek yapmayayım ki? Yeme de, yanında yat, denir bu işe. Bunu hiç bir zaman inkar etmemişimdir: Yemeği seven bir insanım. Her tadı da tatmak isterim, her yemeği de yapmak isterim, o ayrı. (Laf arasında ben de gayet güzel yemek yaparım. Özellikle ekşiler ve mezeler kategorisinde oldukça iyiyimdir) Düşünsene sevgilinle birlikte mis kokulu kekler, sıcacık çikolatalı kurabiyeler pişiriyorsun. Sen süt, un ve yumurta malzemelerini hazırlıyorsun, sevdiğin adam bunları çırpıyor, sen de diğer malzemeleri hazırlıyorsun. Sonra pişiriyorsunuz ve onlar pişerken kokulusundan bir çay içip hoş bir sohbete oturuyorsunuz ve kekler, kurabiyeler piştiğinde bir birinize tatlı ve anlamlı bakışlarla gülümseyip afiyetle yiyorsunuz. Sizin eseriniz... Bebek gibi. Tamam, bebek biraz saçma, hatta çok saçma bir örnekti ama birlikte yaptığınız, ve bu sırada beraber paylaştığınız bir şey var sonuçta ortada. 
Şahsen sevdiğim ve birlikte bir şeyler yaptığım adamı -hele ki yemek yaptığım adamı- unutmam biraz zor görünüyor. Kim unutur ki, değil mi ama?


Bitti ya, "ben özgürüm artık" dedim. "Hafifledim, huzura kavuştum" dedim. Sonra bir sigara yaktım ve dedim ki; "Nerdesin? B*k gibiyim ben. Başka adamlar istiyor beni, mutlu ediyorlar da aslında... Ama hiç biri senin gibi değil. Olmuyor. Olur mu peki? Olmasın da. Bak kendimle kavga ediyorum yine. Nasıl alışcam, nasıl unutcam, nasıl devam edicem hayatıma. Senin içinde olduğun, sonra çıktığın hayatıma? Sensiz, bizsiz. Çok b*ktan bir şey yaşıyorum, yaşıyor muşum da anca fark ettim. Sende bu b*ktanlığı yaşıyor musun? Yaşa zaten. Biz her şeyi birlikte yapardık. Ayrılığı da birlikte yaşıcaz, o kadar! Ben anlamam, sende acı çek, kabız olmuşsun gibi acısın canın"

6 Ağustos 2013 Salı

Bir kutu çikolata ve aşk acısı muhabbeti



Geçenlerde arkadaşım İ'den bir telefon geldi. Sesi çok kötü geliyordu. Sevgilisiyle kavga etmiş, ona göre daha kötüsü ayrıldılar mı, ayrıldılar mı bilmiyormuş. Yani bu belirsizliğin verdiği ekstra bir acıyla ağlaya ağlaya konuştu telefonda.

-Beste... Ühühühüh
-İ? Noldu yahu, neden ağlıyosun?
-Beste biz C'le çok pis kavga ettik ühühühü. Ama çok fena yani, öyle böyle değil. Ühühühü ayrıldık galiba. Çok kötüyüm ya ühühüh. Bitti mi dersin? 
-Ya nerden bileyim kızım. Dur bi sakin ol. Bak şimdi man kafa, ben size geliyorum, sende git bi elini yüzünü yıka, adam akıllı anlat şu işi.
-Ühühühü tamam.



Taksimden, telaşla bi taksiye atlayıp Nişantaşına İ'nin evine gittim. Yani doğru geldiysem, orası İ'nin eviydi. Ev bildiğin üçüncü dünya savaşına hazırlık provası yapılmış yere benziyordu yani. Evdeki vazolar kırılmış, parçaları her yerde... Kızın resmen şaftı kaymış. Gözdeki rimeller aka aka sel olmuş, ağlamaktan gözler mosmor. Bunlar kavga ettiklerinde böyleyse, ayrılmasınlar anacım, dedim içimden. Hayır, ayrılmaları tüm apartman sakinleri başta olmak üzere Nişantaşını, hatta İstanbul'u etkiler gibime geliyor.
Gider gitmez sarıldım kızcağıza, moral verdim. "Geçti, geçti" falan diyorum. Hayır, olayı da bilmediğimden gerçekten geçti mi, geçecek mi, geçmedi mi orayı da bilmiyorum ya, neyse.
Koltuğa oturdum, gözüm hala daha savaş alanına dönmüş evde. Ben sevgilimle kavga etsem hayatta bir şeyleri kırıp, dökemem yani. Aslında o daha fena, içimdekini dışarı yansıtmıyorum, vurup kıramıyorum öfkem, hırsım içimde patlıyor, oh olsun bana. Yalnız İ'nin ki de resmen 'evi başına yıkmak' olmuş. Yahu o güzelim vazolar bir kavga edildi diye atılır kırılır mı? Hele o gümüş renkli işlemeli ayna? İnsanın canı acır ya onu atarken. Yani benim acırdı. Baktın gördün iş sakata gidiyor, kavga başlayacak git hemen evde kırılcak dökülcekleri kaldır, değil mi ama. Barıştığınız zaman görücem seni, nasıl pişman olacaksın ama iş işten geçecek. 

-Anlatsana kızım sen şu kavgayı. Ne diye durup dururken kavga ettiniz, şeytan mı türttü?
-Ya bak şimdi ühühüüh...
-Ya İ, ağlamadan anlat n'olursun. Dediklerinden bi kelam anlamadım zaten.
-Tamam... ıhımm. Bak şimdi C'nin twitter'ına kızlar sürekli flörtlü mesajlar yolluyolar, dm'den falan. Bu yüz vermiyodu kızlara ama bu gün telefonunda dm'den bi mesaj daha gördüm. Kız çok tatlısın falan yazmış buna, bildiğin muhabbeti açmaya çalışıyo yani. Bizimki de sağ ol tatlım sende yazmış. Yetmemiş iki tane smile koymuş ya, çıldırcam. Bu nedir şimdi, sen söyle ühühü?
-Yahu sakiiiin. Eeee?
-Ben tabii hemen gösterdim bunu C'ye. Sinirlerim tepemde ama, resmen titriyorum. Bağırdım, çağırdım. Bu da saçmalıyosun, çok üstüme geliyosun falan dedi. Ayrıca bana güvenmediğini de öğrendiğim iyi oldu dedi, çıktı gitti ühühüh
-Anladım. Kıskançlık krizi patlaması yani?
-Napıcam ya ben? Açmıyo telefonlarımı.

İşte buna hiç bir cevabım yoktu. Zaten nasıl olsun, adamın beyninin, aklının içinde miyim de duygularını düşüncelerini okuyabilcem. Birde adam işin içine güven sokmuş abi, olaya bak. Şu erkeklerin en ufak bir şeyde bana güvenmiyosun tripleri ayrı bir konu zaten. Tamam, belki kıza yavşamamış ama İ, gibi bir kızın sevgilisi olduğunu unutmayıp hiç cevap vermemeliydi yani. İ'de iyi kızdır, tatlıdır falan ama kıskançtır. C'yi baya kıskanır.
Biz oturduk, C'yi nasıl geri getiririz diye kara kara düşünmeye başladık. Bende resmen oturdum kafa yordum bildiğin. Bir yandan İ 'bir susup, bir ağlamaya başlayan' hallerine devam tabii.
Haa bide şu ereklerin de bir kız tarafından beğenilince havaya girmesini hiç anlamam. Kızın biri "çok tatlısın, çok yakışıklısın, oyşş kaslar" der, beylerimiz kendilerini bi James Dean, bi George Clooney, bi Ed Westwick gibi görür, kendisine bu büyük sandıkları iltifatı eden kıza da sırf kendilerine yakışıklısın dedikleri için bir sempati beslerler. İ'ye hak vermedim değil. Tatlım ne lan, tatlım ne yani? Sırf sana iltifat etti diye kıza ne diye tatlım diyorsun, nerden tatlın oluyo senin? Neyse ben de kendi sevgilim miş gibi celallenmeyeyim.
Bir kaç saat sonra o C'nin kafasını kopartmak istedim. Kafasını alıp, duvarlara vurmayı hayal ettim. İ'ye bunları yaptığı için değil ama -o da var tabii de..- İ, kendini üzüntüden, stresten çikolataya verdi. Ama ne vermek... o an için kansere yakalansa daha az şaşırırım. Kız çikolataları öyle bir atıyor ki ağıza, hatta atmıyor resmen depiyor. Hepsi C'nin yüzünden. Ağzını burnunu kırmak lazım o adamın. Kendisi en fazla içiyordur. Hayır, şuan İ'nin bile içmesi bu kadar çok çikolata yemesinden iyidir her halde. Bunca yıl "aşk çikolataya benziyo" diye diye dolandınız ne oldu, alın işte milletin zaafı çikolata oldu. Şeker komasına sokacaksınız insanları" diye isyan edesim geldi resmen.



-İ, yeme artık yahu şu çikolataları. Vücudunun alabileceği şeker kapistesinin oranlarıyla öyle bir oynadın ki, hormonların yanlış çalışcak.
-Çalışmasın, onlar da terk etsin beni. Ben çikolatalarımla mutluyum ühühüh

Aşk acısına en iyi çikolata iyi gelir, diye kim dediyse getirin onu da bir güzel pataklayayım.



22 Temmuz 2013 Pazartesi

Sen buna aşk demişsin ama bu bildiğin yalnızlık.


Hikaye bana ait. Bu hikaye öyle boş bir hikaye değildir. Yani şöyle ki, Defne'in yaşadıkları hemen hemen hepimizin başına gelebilecek cinsten ve aşk-yalnızlık karıştırmasının sonuçlarının somutlaştığı bir hikaye. Bazen aşık olduğumuz adamlar, aslında sığındığımız limanlardır.


Defne yirmi üç yaşında, çok güzel, çok başarılı, İstanbul da büyük bir şirketin editörlüğünü yapan genç bir kadındır. Bir gün iş yerindeki yakın arkadaşı Bilgeyle bir bar da, bir kadeh şarap içmeye giderler. Defne ve Bilge gayet şık ve asil bir görünümle bara girdiler ve kendilerine birer kadeh şarap söyleyip muhabbet etmeye başladılar. Sohbete o kadar dalmışlardır ki yanlarına gelen adamı fark etmediler bile.
Bilge adamı fark edince büyük bir şaşkınlık ve sevinçle adama sarıldı. Defne olan bitenden habersiz ikisini izliyordu.
"Ozan? İnanmıyorum, nerelerdesin sen ya? Ay canım, çok özlemişim" 
"Bir hafta önce Amerikadan döndüm, burda da işler vardı. Arkadaşlarla da öyle değişiklik olsun diye çıktık, seni gördüm"
Ozan takım elbiseler içinde uzun boylu, kumral, yakışıklı ve karizmatik bir adamdı. Defne yüzünde küçük ama anlamsız bir tebessümle ikisini izliyordu. Bunu fark eden Bilge hemen söze daldı.
"Ayy Defne pardon seni tanıştırmadım. Bu Ozan. Benim üniversite'den arkadaşım. İki yıldır Amerikadaydı da"
Defne elini Ozan'a uzattı.
"Memnun oldum"
"Bende"
Ozan o an Defne'den etkilenmiş bir bakışla gülümsedi. Bir kaç saat sonra Defne ve Bilge de Ozan'ın arkadaş grubuna katıldılar. Gece boyunca masa da muhabbet, kahkaha, şakalar eksik olmadı. 
"Ozancım biz kalkalım, malum yarın iş var. Ama arayı açma yine görüşelim"
"Olur Bilgecim. Çok memnun oldum Defne"
"Bende"
Defne eve geldiğinde o kadar yorgundu ki bir an önce kendini yatağa atmak istiyordu. O an Bilge'den bir mesaj geldi. Mesaj'da Ozan'ın Bilge'ye kendisini sorduğunu ve çok etkilendiğini yazıyordu. Defne çok şaşırmıştı ama aynı zamanda da hoşuna gitmişti. O anda Sedat aklına geldi. En son kavgalarından sonra bir daha konuşmamışlardı. Gerçi son kavgalarında ayrılmışlardı ama sonuçta aramamıştı bir daha, gerçekten bitirmişti demek ki. Onu ne kadar da özlemişti aslında. Ama yazmıyordu, bir haftadır ne arayıp ne soruyordu.
Ertesi gün Ozan'dan bir mesaj geldi. Öğle yemeği için kendisini çok severek gittiği bir mekana davet ettiğini yazıyordu. Defne hemen kabul etti. Ozan gayet kültürlü, yakışıklı, başarılı ve nazik bir adamdı sonuçta.
Öğle yemeği saati gelince Ozan'dan bir mesaj daha geldi. Ozan'ın şirketin kapısında kendisini beklediğini yazmıştı. Defne hemen aşağı indi. Son model lüks bir arabayla birlikte yemek yiyecekleri mekana gittiler. Zarif ve şık dizaynlı bu mekanda güzel bir çupra balık ve bir bira söylediler. Ozan'ın muhabbeti hiç sıkıcı değildi. Hatta o kadar keyifliydi ki, Defne onu dinlemeye doyamıyordu. Ama Ozan'a bakınca mutluluk ve güvenden başka bir şey de hissetmiyordu. Balıklar geldi ve ikisi de muhabbet ederken zamanın nasıl geçtiğini anlamadılar. 
Ozan ve Defne o günden sonra sık sık görüşmeye başladılar. Ozan, her zaman Defne'ye karşı nazik, bonkör ve ilgili davranıyordu. Defne bunun çok iyi farkındaydı. Gel git zaman Ozan'la sevgili oldular. Defne gayet mutluydu. 
"Alo, canım bu akşam yemeğe çıkalım, ne dersin?"
"Yok Ozan ya, ben evde bir şeyler atıştırırım, starbuks'a falan oturalım olmadı, birer kahve içeriz"
"Tamam sevgilim. akşam alırım o zaman seni, öptüm"
"Tamam canım"
Defne telefonu kapatır kapatmaz kapı çaldı. Defne tam anlamıyla şok geçirmişti.
"Sedat?"
"Merhaba, geçebilir miyim?"
İki ay sonra Sedat'ı karşısında gören Defne ne diyeceğini bilmiyordu. Neden şimdi gelmişti? Neden daha önce hiç aramamıştı? Defne kalbinin duracağını düşündü o an. Sedat karşısında aylar sonra tam da beklediği gibi duruyordu. Çok kızgındı ona. Kafasına ne varsa atmak istiyor, ona yaşattıkları için bir kez daha canını yakmak istiyordu. Sonra tekrar durdu. Şuan Ozan'la birlikteydi. Sedat yine tam zamanında girmişti işte hayatına. Şimdi, defol git, artık seni unuttum ben başkasıyla beraberim dese Sedat giderdi, emindi buna. Ne kadar odun olduğunu düşünse de, Sedat aynı derece de o kadar gururlu bir adamdı. Ve her şeye rağmen Defne Sedat'ı çok özlemişti. Gitmesini istemiyordu, bir daha hiç gitmesini istemiyordu. Ama Ozan ne olacaktı? Ozan dört dörtlük bir adam, mükemmel bir sevgiliydi. O Sedat değildi, onun hissettirdiklerini hissettirmiyordu ama yine de Sedat'tan daha cesaretli olduğu kesindi. O an kendinden iğrendi Defne. Bunu Ozan'a yapamazdı. Bunu hak edecek son adamdı Ozan.
"Çık git evimden Sedat!"
"Ne?"
"Çık git. Şuna bak ya. Sen kendini ne sanıyosun? Aylar öncesinden beni terk et git, sonra aylar sonra ce-ee der gibi çık karşıma. Şamar oğlanımıyım ben? Defol Sedatt!"
"Ben gitmedim, sen beni gönderdin. Davranışlarınla, hareketlerinle"
"İyi o zaman hiç gelmeseydin. Ne güzel kurtulmuşsun, ne diye geliyosun? İstemiyorum seni!"
"Hala yalan söylemeyi beceremiyosun. Beni unutmadın, ben de seni. Bunu ikimizde biliyoruz. Özledik işte bir birimizi"
"Harbi salaksın sen. Özlemişmiş. Özleyen adam bu zamana kadar arar, sorar, senin özlemin şimdi mi depreşti?"
"Bir kere de bir şeyi sorgulamasan, akışına bıraksan?"
"Tabiiiii beyimiz her şey yolunda giderken sıktın, bunalttın beni diye gitsin, sonra canı sıkılsın geri dönsün, ben de hiç bir şey sormadan geri kabul edeyim. Olduuuu, başka derdin?"
"Seni seviyorum, hep sevdim, hep özledim. Sorunlarımız vardı, biliyosun"
Defne o an durdu. Sedat aylar sonra onu sevdiğini söylemişti ve ilk defa da gerçekleri. Evet sorunları vardı, hem de aylar aylar öncesinden beri. Ama onlar sorunları halletmek yerine hep kaçmışlardı. Hep aşklarına sığınıp düzelir sanmışlardı, ama düzelmemişti işte. Daha da büyümüştü. O kadar çok yıpratmışlardı ki bir birlerini bunu durduk yere yaptıklarını düşünmüşlerdi, artık ilişkinin ömrü bittiği için. Oysa altında yatan bir dünya sorun vardı ve hiç birini halletmeden devam etmişlerdi bu ilişkiye. Ayrılırken bile sorunlardan kaçarak bitirmişlerdi iki yıllık ilişkilerini. Defne o an Sedat'ın da haklı olduğunu anladı. Telefon çaldı, ekranda çıkan yazıyı okuyunca gözlerinin büyümesine engel olamadan dona kaldı.
"Bir şey demicek misin, kim o?"
Defne, Sedat'ın yanında Ozan'ın telefonunu nasıl açacağını merak etti. Şimdi açsa Ozan aşkımlı, canımlı konuşacak Sedat her şeyi çakacak, kendisi Ozan'la soğuk konuşsa Ozan huylanacaktı. Her şeye rağmen telefonu açtı ve Sedat'ın tuhaf bakışlarını aldırmadan içeri gitti.
"Efendim"
"Canım eve alıncak bir şey var mı? Eve bir şeyler alıyorum da, eksiğin varsa sana da alayım"
"Yok birtanem, teşekkürler"
"Tamam canım"
Defne şimdi bu adamı nasıl bıraksındı? O kadar düşünceli, iyi kalpli bir adam... Derin bir nefes aldı.
Tam o an Sedat karşısına çıkıverdi.
"Kimdi o?"
"Ne kimdi?"
"Defne salakmışsın gibi rol yapma bana. Telefondaki kimdi diyorum?"
"Bilge ya, eve bir şeyler alıyomuşta, sana da alayım mı diye sordu. Hem sana ne Sedat ya? Hayır anlamıyorum, hala daha nasıl bana karışabilceğini düşünüyorsun?"
"Napıyım kızım, seviyorum hala seni"
"Off, offf ömrümü yedin!"
Akşam üzeri Defne, Sedat gidince iyice her şeyi düşündü. Defne, Sedat gelince onsuz yapamayacağını tekrar anlamıştı. Sedat, Ozan kadar eğlenceli, kibar falan değildi ama Sedat yanındayken kalbi ağzında geziyordu, Sedat'ın başkasıyla birlikte olma fikri içinde fırtınalar kopartıyordu. Başka birini severken, hem de çok severken Ozan'la birlikte olmaya devam edemezdi. Bunu ona yapamazdı. Bu gece ayrılmalıydı ondan. Belki gerçekten onu çok seven bir kızla tanışır ve mutlu olurdu. Bu şekilde onu oyalamaya hakkı yoktu. 
Akşam yoldayken Defne'in ağzını bıçak açmıyordu. Hala daha bu gün olanları tartıyordu kafasında. Keyifsiz ve ruhsuzdu. Bunu Ozan da fark etmişti.
"Sevgilim neyin var?"
"Hıı? Ah, yok bir şey dalmışım."
"Keyfin falan yoksa bir doktora gidelim"
"Hayır Ozan, iyiyim ben"
"Peki canım."
"Ozan? Nereye gidiyoruz, Starbuks demiştik."
"Tamam oraya da gideriz, ama önce sana bir süprizim var"
"Ne süprizi Ozan, gerek yok böyle şeylere"
"Sabret seeen"
Geldikleri mekan göl kenarında çok şık bir restoranttı. Defne bu gece ayrılmak istediğini söylemeye hazırlanırken Ozan'ın bu süprizi işleri berbat etmişti. Gerçi bir kez daha vicdan azabı çekti Ozan'a bunu yaptığı için. Masaya geçip oturdular ve siparişleri verdiler. Defne, durduk yere Ozan da farklı bir neşenin olduğunu fark etti.
"Çok neşelisin bu akşam, hayırdır?"
"Evet, çok neşeliyim, mükemmel bir hayatım var. Mükemmel bir sevgilim, aşkım var."
Defne daha da rahatsız olmuştu bu sözlerle. Ozan kendisini her şeyden habersiz seviyordu, sadece seviyordu.
"İyi ki tanıdım seni Defne. O kadar mutluyum, o kadar aşığım ki sana, asla gitmemeni istiyorum, hep benimle kal, hep seninle kalayım istiyorum. Sen benim hayatıma giren en güzel şeysin, en doğru gerçeğimsin"
"Haydaa, ne doğrusu, ne gerçeği Ozan ya? Aylardır sana aşık olduğumu düşünerek devam ettim bu ilişkiye. Hiç bir zaman senin beni sevdiğin kadar sevemedim seni. Kendimi çok suçlu hissediyorum ama sen hayal dünyasında yaşıyorsun, aşktan gözün kör olmuş be adam, nasıl sana aşık olmadığımı fark etmedin, son zamanlarda askerlik arkadaşınmışım gibi davranıyorum anlasana oğlum artıkkk" da diyemezdi Ozan'a. Ozan bunu hak etmiyordu zaten.
Ozan, Defne'in önünde diz çöktü ve hemen kırmızı kadife küçük bir kutu çıkardı. Yüzünde öyle bir gülümseme vardı ki, adam neredeyse kanatlanıp uçacaktı.
"Bu gün şirketten bir teklif aldım. Paristeki şirkette çalışmamı istiyorlar. Benimle gel, benim yanımda ol. Ordan sana bir iş ayarlarız, ikimiz birlikte çok mutlu oluruz. Defne, hayatımın aşkı, meleğim, her şeyim... benimle evlenir misin?"
"Yok artık ya, ben bu adama farkında olmadan aşk büyüsü mü yaptım nedir? Yahu ne evlenmesi, hem ben daha yirmi üç yaşındayım, fransızca da bilmem ben neyine geliyorum senle Fransaya? Adama bak ya kurmuş kafasında senaryoyu. Birde daha çıkalı iki ay anca olmuş hemen evlencek benle. Hiçte aile babası tipli durmuyo ama... Ozan sen naptın ya? Allahımm ne günahım vardı benim bunlar geldi başıma? Bu gün aylar sonra hala deli gibi aşık olduğum eski sevgilim gelir kafamı karıştırır, şimdi aşık olmadığımı fark ettiğim yeni sevgilim hadi gel evlenelim, mutlu olalım lay lay lom bi vaziyette beni Paris'e kaçırmayı planlar. Gördüm sopanı, rahat ol" Defne içinden bin bir şey söylerken Ozan, Defneye seslenir.
"Ne diyorsun?"
"Ozan ben fransızca bilmiyorum"
"Öğrenirsin"
"Ben orda çalışamam"
"Senin şirketinin de şüpesi var orda"
"Ozan ben İstanbuldan gitmek istemiyorum"
"Ne zaman istersen uçakla gelirsin"
"Offffff! Evlenmeyi düşünmüyorumm!"
Ozan'ın yüzü aldığı cevapla birden düşer.
"Bak, özür dilerim öyle demek istemedim Ozan. Seninle alakalı değil, ben kimseyle evlenmeyi düşünmüyorum. Ozan daha yirmi üç yaşındayım, çok gencim. Genç yaşımda çok başarılı bir kariyerim var. Planlarım var. Hemen evlenmeyi düşünmüyorum da, istemiyorum da."
"Anladım."
Defne kendi beyniyle yine baş başa kaldı o an. İçinde türlü türlü cümleler kurdu, düşündü, düşündü...


"Özür dilerim Ozan. Sana aşık olduğumu sandığım için, senin beni sevmeni sevdiğim için, senin yanında mutlu ve güvendeyim diye seni kabul ettiğim için özür dilerim. Sen aşık olmadığım, ama yanında hep kendimi mutlu ve güvende hissettiğim bir adammışsın meğer. Sedat'ın yokluğuyla öyle bir boşluğa düşmüşüm ki, o an karşıma çıkınca seni aşk sanmışım, kendimi kandırmışım. Onu unutmak için senin aşkına sığınmışım. Ondan kaçmak için sana sarılmışım. Mutlu olayım derken herkesi mutsuz etmişim meğer ben. En başta da seni. Çok özür dilerim. Keşke beni hiç sevmeseydin. Beni evlenmeyi düşünecek kadar sevmeseydin. Benimle Pariste yaşayıp, hayatına devam etmeyi düşünecek kadar sevmeseydin. Keşke sana aşık bir kadınla ilgili düşünseydin bunları. Çok özür dilerim yaşattıklarım için. Çektireceğim acı için. Sen bunları hiç hak etmedin"

Bu hikayenin sonu siz nereye bağlarsanız öyle gider. Yani öyle bir hikaye değil ama ben uydurdum. Sonunu kendiniz yazın. İsterseniz Sedat her şeyi öğrensin Defne ikisinden de ayrılmak zorunda kalsın, isterseniz Defne Sedat'a hiç geri dönmesin ya da aniden Ozanla Paris'e gitsin. Nasıl bir şey hayal ediyorsanız, kendiniz kafanızda yazın. Ya da tüm bunları yoruma yazın, konuşalım.


21 Temmuz 2013 Pazar

Zaten o kot pantolonu da atacaktım.



Kaç gün bitti seni severken?
Kaç şişe bira bitti?
Kaç uyku hapları kutusunu boş olarak attım çöpe?
Uyku haplarından içmiyorum artık sevgilim.
Korkma, ağlamıyorumda. Senden sonra her şey yenilendi bende.
İlk buluşmamızda giydiğim o kotu arkadaşıma verdim mesela.
Vermeseydim de, giymeyecektim zaten. Çöpe atardım büyük olasılıkla.
Kot pantolonun üstüne giydiğim o kazağı da bir daha giymedim.
O siyah ceketi de, o kazakla giymedim mesela.
Kilo aldım senden sonra. Belki de verdim.
Tek bildiğim o kot bana bir daha asla o geceki gibi olmadı.
O geceki gibi güzel durmadı. Gerçi tek bir kot mu derdimiz?
Sahi, derdin neydi senin? Hangi adama bu kadar körü körüne güvenecek kadar aptallaşabilirdim ki ben, nasıl olmuştu da gerçeklerin üstünü cd kalemiyle okunmamak üzere çizer gibi inkar etmiştim her şeyi.
Nasıl o hale gelmiştim ben?
Beni hep havalı bulurdun, "artist kız" derdin, birde gülüp pişkin pişkin sırıtırdın.
O an sana iki tane çakmak isterdim sevgilim.
Derdim ki "bu adam beni hiç tanımıyor".
Ama şimdi bunları neden anlatayım ki? kahvemiz yok, bir şeyimiz yok.
Nasıl biriydim seni severken?
Neden sen?
Düşünmüyorum artık.
Aslında bir çocuğun ilk oyuncağı onun için ne kadar unutulmazsa, sende benim için öylesin.
Aslında hayır, bir oyuncak değildin, oyuncak olan biri olduysa o ben olmuşumdur belki de.
İlk aşkım olma görevini en güzel şekilde üstlenirken sonra en güzel halinle yine s*çtın ağzıma, hayatımın içine ettin de gittin.
Gördüğüm rüyalarda değil, kabuslarımda gelmeye başladın yine zihnime.
Neden dedim hep.
Neden ben değil o?
Onu da sevmedin değil mi sevgilim?
Sen kimseyi sevmedin.
Beni sevmedin.
Onu da sevmedin.
Diğerlerini de sevmedin.
Ama birini çok sevdin. Hemde ölesiye sevdin.
Sen, kendini sevdin.
Sen, konuşurken yukarı doğru kaldırdığın saçlarını sevdin.
Sen, aslında altında çok şey yatan ama benim yıllar sonra fark ettiğim gülüşünü sevdin.
Sen, her zaman görüşünü engelleyen o kocaman egonu sevdin.
Hemde çok sevdin.
Sen sevilmeyi sevdin.
Etrafımda kimse olmasın diye yırtındın her zaman. Çünkü hep seni sevmemi istedin.
İnsanlar nasıl böyle bencil olabildiler, nasıl başladı bu korkunç duygu?
Hata üstüne hata yaptın sevgilim.
Ben de aşık biriyken kadınsal iç güdülerimle hareket ettim her zaman ama geçti biliyor musun?
Beni hiç senin için ağlarken görmedin.
İzin vermedim.
Vermezdim.
Bir daha asla o kadar yoğun hissetmedim kalbimi.
Neden ağladın o gece sevgilim?
Neden ağladın son kez giderken?
"Bu adam pezevengin önde gideni" dedim içimden.
Beynimin içinde bir tümör olmuştun. Olmaması gereken yerde, hızla yayılan ve çaresinin imkansız olduğunu düşündüğüm bir tümör. Sen gitmişsin de ben o tümörle kalmışım meğer.
Sen olmayınca "salak, yine şuradan çıkıp mal mal hareketler yapsa keşke" diye düşünürdüm, özlerdim seni.
Çok özlerdim hem de.
Ama sen gitmiştin be, hem de çoktan gitmiştin.
Sadece gidişinin bir dönüşü olacağına inandırmışsın beni, öyle istemişsin.
Neden yaptın ki sanki bunu, inandım. Hem de çok inandım.
Tekrar geleceksin sandım. Hiç gitmemiş gibi geleceksin sandım.
Sen hiç gelmemişsindir belki de. Belki ben bir film yaratmışımdır kendime de, baş roldeki adam sen olamamışsındır sadece.
Şuan o kadar iyiyim ki, "lan benim bıraktığım kız bu mu?" dersin.
O kadar mutluyum ki, "bir daha gülemez sanıyordum, hayret" dersin.
Ve öyle çok büyüdüm ki "velet" dediğin kızı görsen dört sene önceki kendinin dilini kesmek istersin.
Hepsi senin yüzünden olmadı diyemem. Ama tamamen senin yüzünden de değil.
Ben bir daha eski kız olamadım sevgilim.
Denemedim de olmayı. Ne diye tekrar kendi ağzıma s*çayım ki?
Her adam da senin izlerin kaldı, her adam senin yaptığını yapar mı bana diye düşünüyorum bazen hala daha.
Sana şuan aşık değilim.
Aşık olma işini de uzun süre önce bıraktım.
Sana aşık olma işini ondan da uzun süre önce...
Tek bildiğim mutlulukların gitti, acılarını bıraktın.
Hep bencildin işte sen. Giderken bile mutlu anıları bırakayım demedin.
Gerçi gerçekten topu topu kaç anımız kaldı ki?
Onun içinde olduğu anılarımızı çöpe attım ben.
İğrenç, tiksinç. Kusmuk kokan anılar gibi onlar artık.
Evet, artık kusmuk kokuyor bazı anılarımız.
Oysa ben öyle saftım ki... Çocuk gibi, kalbimin saflığıyla sevdim. Ne kadar büyüktür tahmin etmediğim kalbime ikinizi de sığdırdım.
Çocukluk arkadaşımı da, sevdiğim adamı da. Seni de yani.
Ama sığdırmamam gerekiyormuş sevgilim.
Sonra ne mi oldu?
Kalbimi kırdınız.Hemde çok kırdınız.
Öfke doldurdunuz içimi, acıyla kapladınız.
Patlattım kalbimi.
Kanattım.
Deştim.
Şimdi iyiyim. Hiç olmadığım kadar iyi.
Aslında fark ettim de, sensizken daha iyiydim ben.
Daha güzel.
Şimdi belki başka aşkların ağzına s*çıyorsundur.
Alışkanlıklar kolay kolay bırakılmaz sevgilim.
İyi ki de s*çmışsın hayatıma. Şimdi öyle güçlü, öyle güzel bir bayanım ki, sen enkaz gibi durursun yanımda.
Ben çok sevdim, çok düştüm ama sevdiğim kadar, düştüğüm kadar da kalktım ayağa.
Haaaa bu arada, o kot demode olmuştu zaten, o kazakta çirkindi. Bir daha onları giymedim. Sen hayatıma s*çınca bir güzel de alışveriş yaptım.
Keşke daha önce yapsaydım, aklım neredeymiş dedim.
Seninle buluştuğum gece giydiğim kıyafetler artık moda bile değil. Ne kadar uzun zaman olmuş, sen düşün.
Hala daha siyah ceketini giymeye devam ediyor musun?
Birde neredeyse üstünden hiç çıkarmadığın gri manton vardı. Ne sinir olurdum.
Tam bir mafya babası gibi olurdun.
Bence sen bir ara alışverişe çık sevgilim.
O zamandan bu zamana da çok şey değişti. Bak, o mantoları artık emekli memur amcalar bile giymiyor.
Bir kaç mağaza gezsen, kendinden geçersin belki de.
Alışveriş çok mucizevi bir şey.
Bazen bir çok şeyi unutturuyor.
Moral bozukluğunu bile
Yani eğer bir gün moralin bozuk olursa, aşk acısı falan da çekersen alışverişe çık.
Bunun kadını, erkeği olmaz.
Hiç fark etmiyor gibi unutursun, biter gider acıların.
Benim gibi.
Benim seni unuttuğum gibi.
Vay be sevgilim, ne güzel dertleştim yokluğunla.
Yine bana dediğin gibi; "hayal dünyandaki dünyaya merhaba"
Merhaba sevgilim.


Organlarımın içinde dolaşan bir vürüstün. Ölmeyi beklerken fazlalığının varlığının değil, hislerim olduğunu fark ettim. Ve o güne dek hep reddettiğim tedavime başladım: hissetmemek.

Kitapçı deyip geçme.

Kendimle övünmeyi hiç sevmem ama kitap bağımlısı bir kızım. Yani bırakın kitap okumayı, çok sevmeyi, kitap sayfalarını hızla karıştırıp koklayan, bir kitabın en heyecanlı yerinde asla bırakmayıp, sonuna kadar okuyan tiplerdenim yani. Eskiden olsa bu tiplere "asosyal" denirdi. Şimdi "entektüel" deniyor. Artık siz de nasıl diyorsanız işte. Gerçi kitap okumanın hiç bir kötü yanı olmadığı gibi sayamadığımız kadar da yararı var. "En deli saçması şeyi bile oku. En azından deli saçması ne demek onu öğrenirsin" mantığında hareket ettiğim için, ben en kıytırık kitapları bile okurum, böyle de bir yapım var. Yeri gelir tarih, biyografi, yeri gelir gençlik, aşk, zart zurt. Zaten "ben her zaman bilmem ne türünde okurum" diyen insan külliyen de yalan söylüyordur. Yani sen bir kitabı beğeneceksin, hoşuna gidecek, almak isteyeceksin ama türü senin okuduğun türden değil diye almayacak mısın? Hadi ordan be.

-Ya bu kitabı çok beğendim ben, konusu falan çok güzel de ben hep tarih okurum. Bilmem ki..

Yahu kadın kendine görücü seçmiyorsun, ne bu naz? Kitabı beğenmişsin, konusunu beğenmişsin, almak istiyorsun. Daha ne, işte mutlu son. Yani böyle "ay ben bunu okuyamam ama güzel miş, bilmem ne" diyen insanlardan uyuz kapıyorum gerçekten. "Kitabı beğendiysen türü mü batıyor sana?" diye sorarlar adama. Ama yok, illa tek tür olacak. O an sırf türü sürekli okuduğu türden farklı diye kitabı almaktan vazgeçen bir vatandaş görsem şaşırmam yani.


Gerçi ben geçenlerde yine böyle kitap okuyan  kesimin enteresanlığını gördüm bir kitapçı da. Tüm gün tiyatro da ölüp, ölüp dirilmişim, bir an önce taksiye atlayıp gitme hayalindeyim. Bindiğim taksici amca da bana İstanbul'un yazları hep boş olduğundan bahsediyor. Bu muhabbeti tıkanmış trafiğin ortasında neden açtıysa artık. Be amca, iyi hoşta, nasıl İstanbul yazları boş oluyor yahu. İstanbul yazları boşsa, bu trafiktekiler kim? 21. yüz yılda teknolojik bir şekilde Roma'yı feth etmeye giden askerler gibi arka arkaya dizilmiş bir dünya arabanın ortasındayız, nesine sen İstanbul boş diyorsun. İstanbul dolu olmasın da, hangi şehir dolu olsun yani?
Aslında sinirim taksici amcaya değil de, yorgun argın tıkılı kaldığım İstanbul trafiğineydi. Yani tek istediğim o an o trafikten kurtulup yemek yemek!
Trafik açılıp, ben Beşiktaş'a gelince, bir nebze de olsa sinirim geçti ve almam gereken oyun aklıma geldi. Köşedeki büyük kitapçıya giriverdim bende hemen. Aman, aman o nasıl kalabalıktır öyle. Sanırsın birinin cenazesi bizim kitapçıdan kalkacak.
Kitapçıdayken fark ettiğim bazı şeyler de oldu tabii o an. Mesela, mesela...

NTV yayınları okuyucuları. Aslında bununla ilgili pek bir fikri olmayanlar:

Bu türdeki insanlar NTV'nin yayınlarını entektüel, kültür patlaması doruklarındaymış edasıyla sorup, aslında bu yayınla ilgili pek bilgisi olmayan insanlar oluyor. Tabii gayet de bilinçli ve takdire şayan olan okuyucular da var ama ben hep ilk kategoriye denk geldim. Neden derseniz kadın alacağı NTV yayınlarının yazarını bilmiyor, hadi onu geçtim kitabın adını bilmiyor.

-Pardon ben NTV yayınlarından bir kitap soracaktım.
-Tabii. Yazar ve kitap adı nedir?
-Valla pek bilmiyorum da. Kapağında siyah giyinimli bir adam var. Kitap yazısı da kırmızı renkte

Ha oldu. Hemen buldurtursun kitabı. Kadın kitabın yazısının rengini aklında tutmuş ama yazarı ve kitabın adından bir haber.

Sırf okumak için popüler kitaplar raflarından kitap alanlar:

Bu kişiler de genel de herkes "okuyorsa kesin güzeldir, ben de okuyayım" mantığıyla hareket ederler. Kitapçıların aslında pek satılmayan kitapları top on rafına koyup, kapış kapana kitapları sattığını herkes bilir. Tamam, belki herkes bilmez ama ben bilirim yani. Siz de öğrenmiş oldunuz işte. Herkes okuyor diye bir kitap güzel midir, değil midir tartışılır da, kitabın arka kapağını okumadan, içini biraz incelemeden tak- raftan kitabı alıp kasaya gelen insan da çok gördüm yani. Bu eve gidince cidden kitabı okuyacak mı, yoksa kitap muhabbeti arasında "haaaa ben onu okudum süperdi gerçekten" diye okumadığı kitapla ilgili k*çından yalan mı uyduracak merak ediyorum.

Aslında sayılacak çok kategori varda. Ben kitapçıya girdim ve tiyatro-sinema bölümünün olduğu üst kata çıktım. Üst kattaki kitapçı benim kanki gibi zaten. O kadar sık gidiyorum, o kadar çok görüyor ki beni, adam yakında bir yere giderken katı bana emanet falan edecek.

-Sen burdasın nasıl olsa. Neyin nerde olduğunu da öğrendin. Ben bir sigara içip, geleyim aşağı da sen göz kulak ol buraya.

-Ya beste benim acil bi işim var, dükkan sana emanet.

Hatta daha da abartayım;

-İstifa edicem, yerime sen çalışır mısın?



O kadar sık gidiyorum yani. E bana da yakın olunca, haliyle tiyatrodan çıkınca kitapçı kapanana kadar orda, kitap bakıyorum bazen. Beni görür görmez hemen hoş geldin, naber falan dedi canım. Yine klasik ilk konumuz İstanbul trafiği oldu. Zaten on dakikaya kadar bu yüzden burnumda soluyordum, konusu açılınca yine bir sıkıntı bastı içimi. Sonra ben aradığım kitabı sordum, o da yoktu. Çok seviyorum bu kitapçıyı aslında. Hem kafesi var, kitabımı alıp rahat rahat oturuyorum, kahvemi içiyorum falan çok huzurlu bir yer- ama maalesef bu zamana kadar oyun olarak tek bulduğum kitap Matmazel Julie. Ben mi en bulunmaz oyunları soruyorum, onlarda mı doğru düzgün tiyatro oyunu yok bilmem de, ne zaman gitsem bilgisayar kayıtlarında aradığım kitabın hiç gelmediğini söylüyor adam. Tiyatro da tüm gün çalışıp, İstanbul'un trafik yorgunluğu  da üstümdeyken, bir de aradığım oyunu bulamamak iyice çaresizleştirdi beni.

O anda bir kadın geldi ve bir kitap sordu. Kadın dediysem, küçük kadın gibi giyinmiş yirmili yaşlarında bir kız. Sorduğu kitabın ismi ve yazarı yok. Sadece değişik olarak kitabı aldığı gün, saat ve tarih var. Böyleleri de varmış dedim içimden.

-Merhaba ben bir kitap almıştım da burdan...
-Kitap neydi?
-Bilmiyorum. Üç hafta önce, salı günü saat altı buçukta almıştım. Maalesef kaybettim, tekrar alabilir miyim?

Ben çocuğun yerinde olsam kızı balkondan aşağı atardım, tüm rafları kızın üstüne yıkardım, Gazeteye kızı haber yapıp Taksim meydanına çıkarak elaleme rezil ederdim. Tamam, çok kötü kalpli bir insanmışım gibi düşündünüz de... yahu üç hafta önce aldığın kitabı soruyorsun, kitabın ne ismini ne yazarını biliyorsun, e pes! Altı buçukta aldığını unutmamışsın da, yazarı ve adını hatırlamak zor gelmiş.  "NTV yayınlarını soran kadın bile senden zeki çıktı be" dedim o an içimden. Tamam o da yazarın ve kitabın adını bilmiyordu ama en azından kapağını hatırlıyormuş. Yazının renginin kırmızı olmasını bile unutmamış, utan. Ben böyle düşünürken bir de kızın tam süzme sarışın olduğunu düşündüm. Süzme sarışın kelimesini de şuan kendim uyduruverdim. Aslında normalde süzme salak denir halk arasında.
O an kitapçıya bir acıdım, bir acıdım. Resmen açıp kollarımı "geçer, geçer... Daha öncekiler gibi, buda geçer" demek istedim. Şu kitapçıların durumları bazen cidden zor. Her gün bunun gibi kaç salak geliyordur kim bilir.

Başlığı unuttum ama içinde yine eğlence var


Başlığı unutsam da içeriğini tabii ki biliyorum. Merak etmeyin yine ben, yine eğlence, yine saçmalık. Açıkçası yine güleceğiniz ama halimize de ağlayacağınız bir yazı. Artık konuya tekrardan nasıl gireyim desem desem, iyice konu kopacak valla. Bir kaç yaz öncesinde S ve benim Antalya maceralarımızın en korku filmi tadındaki sahnelerinde kalmıştım. Zaten bu hiç değişmez kuraldır ya 'biraz çatlak bir arkadaşınız varsa sizin ne kadar kendinizi güvence altına almanız pek önemli olmaz'. Aslında büyüklerin dedikleri 'bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim' mantığı buradan çıkıyordur belki de. İşte o yüzden ben de bir kaç sene önce o Antalya tatili gecesi yarasadan korkan S yüzünden evde uyumak varken, kurt, köpek dolu olan hatta daha kötüsü itin kopuğun dolaştığı taaa bayır başlarındaki site de, sokakta kalmış kedi gibi üç buçuk atıyordum. Diğer yazı da Allah'tan özür dileme merasimimi tamamladığımı da söylemiştim. Aklıma gelen tek kötü şey tecavüzdü o an. Neden öyleydi bilmem ama arkamızdan kurt köpeği koşturup, bizi parçalar falan diye düşüneceğimize oradan geçen it kopuklardan biri bize tecavüz eder korkusu sarmıştı beni. Genelde kızlarında gece sokakta tek başlarına olduklarında, sokakta yalnız yürüdüklerinde ve daha kötüsü iki kız gece sokakta olduklarında korkulan en büyük senaryo budur yani. O an bizi köpek k*çımızdan ısırsa "oh be en azından tecavüze uğramadık, yaşasııın!" diye bile sevinebiliriz. Gerçi köpek tecavüz etse o ekstra en en kötü senaryo ya, neyse. Allahtan ikisi de olmadı. Karşımızdan karanlıklar içinde gelen iki erkek karşı komşumuzmuş meğerse. Bizi sokakta kaldık sanmışlar. O an bile içimden nasıl gülmüştüm var yaaa. Adamlar bizi sokakta kaldık sanmışlar biz, yarasa bizi yemesin diye gül gibi evimizi bırakıp çıkmıştık sokağa. Neden? Çünkü bize rahat batmıştı. Çünkü evde b*k vardı. Çünkü biz tam da gece yarısı sokakta kalmış kızın dramından daha dramatik bir nedenden sokaktaydık: balkonda yarasa var! S, ah S dua etsin en yakın arkadaşım. Yoksa hiç bir güç beni mis gibi ev+klima+icetea limon üçlümden ayırıp doğru düzgün bilmediğim şehirde ıssız sokakta sabahlatamazdı. Biz oğlanlara durumu anlatınca elbette başta kahkahalarla güldüler. Ne kahkahası be, resmen k*çlarıyla gülmüşlerdir. Ama işin garibi biz de güldük. Hem salak, hem utanmazız. Böyle de mallık yaptık işte. Bu iki oğlan kısa sürede arkadaşlarımız oldular. İkisi de aslında Almanya'da yaşıyorlarmış. Zaten kuzenlermiş bunlar. Ama ne yalan söyleyeyim isimlerini hatırlamıyorum. Gerçi S sayesinde, Ç'denen çocuğu unutamazdım da neyse. Biz sokakta yatacağız diye aslında hiç bir şey yapmasakta psikolojik baskı yapmış gibi tabii ki çocukları da göndermedik uyumaya evlerine. Yani bize göre hava hoştu tabii de, onlar gitmedi. Düşününce iki kız, gece saat üç ve ıssız bir site. Ben erkek olsam ben de gitmezdim tabii. Belki giderdim, uyku denen mükemmel bir şey var sonuçta. Ben de bazen böyle odun oluyorum işte. Neyse bizim yeni kankilerle taa caddenin ilerisinde kalan beyzinlikten cips ve kola aldık. "Allahım zaten acıkmıştım, en azından karnımız doydu, buna da şükür" diye sevindim.


Biz bu kankilerle öyle bir muhabbeti kurduk ki, tam da mekanın üstünde in cin muhabbetleri bile olmuştu. Hatta yetmedi çocuklar bize siteyle ilgili garip olaylar anlattı. Seni kessin be o oduncu!
Almanya da akıl hastalarının yüzde sekseni cin gördüğünü falan söylerlermiş falan da böyle şeyler anlattılar. Valla dinlerken bir korku filminin özetini dinliyormuşum gibi gelse de, muhabbet ortasında benim tuvaletimin gelmesi "İşte şimdi s*çtıkkk!" dedirtti bana. Ya kardeşim bana ne senin Alman'ının inlerinden, cinlerinden. Senin yüzünden çiş yapmaya gidemicem mi ben? Hay Allahım ya! Normal de hiç böyle şeylerden korkmayan, hatta bir gün cin gelirse korku filmlerindeki esas kızın yaptığı gibi cinle savaşayım diye düşünen, her korku filmini beğenmeyen ben, gece dörtte kap karanlık ıssız sokakta böyle hikayeler dinleyince resmen "çok beklediğim cin sakın şimdi gelme, hiç havamda değilim. Normalde alt ederdim de seni, şuan hiç hazır değilim" diye düşündüm resmen. "Hatta bu gece gelirsen s*çarım, resmen altıma ederdim" dedim. Allahım, tutuyorum yok, salamam, o da olmaz. Ne yapıcam, ne yapıcam derken S, malı beni kendisi sokağa sürüklediği yetmezmiş gibi, birde çişe benimle gelmedi. O an sırtımdan vurulmuşa döndüm. Yahu normalde zaten gel demem ama bu durum acil durum, kırmızı alarm. Ç'nin bahsettiği o hikayeler benim başıma da gelebilir yani. Hem gece, hem de tuvalet lan! Ben zaten şanssız bir insanım, kesin de başıma gelir yani. Ama o çişe benle gelmeyip, Ç ile biraz daha sohbet etmeyi seçti. En yakın arkadaşını böyle bir gece de yalnız bırakıyorsun ha, alacağın olsun S.  "Mezarıma gelme istemem, istemem, istemeeem!" diye İbrahim Tatlıses'e bağlayacaktım resmen. Gerçi işler yine kurduğum kötü senaryoyla biterse, benim de sonum mezardı ya neyse. Allahım bu genç yaşımda, hayata o kadar sıkı tutunmuşken, bırak ölmeyi ellili yaşlarımda alacağım gençleştirici kremlerin hesabını yaparken sonum tuvalette bilinmeyen bir varlık tarafından öldürülmek mi olacaktı. Vay ben başımı alıp nerelere gideeem? Ecelden kaçış olmaz dedim, gittim eve- açtım kapıyı. Önce bir kontrol ettim. Duvar kenarlarına baktım, malum. Görünürde bir şey yoktu.. Hemen koşup tuvalete gittim. Çişimi o kadar çok tutmuşum ki sanki tuta tutta vaizlenmiş. Sanırsın bir oturuşta sekiz şişe bira devirdim de idrar kesem de bira fıçısı oluşacak. Ama o kadar rahatladım ki, o an şu malum davetsiz misafir gelse "sen bile keyfimi kaçıramazsın şuan be birader" derim, o derece. İşimi bitirip, ellerimi yıkayıp tüydüm hemen tabii. Zaten o an yakalanmak çok daha kötü olurdu ama Allahtan sonum öyle olmadı, affetti beni her herhalde.


Geri döndüm muhabbet yine koyulaşmış. Zaten koyuydu da bu sefer yemek muhabbetine girmişler. Benim de en sevdiğim muhabbetlerin arasında yemek muhabbeti gelir. Böyle millet bir birine tattığı güzel lezzetleri anlatır, fikir alışverişi yaparlar, tarif falan verirler, üstüne karınları acıkır ama yiyemezler. Bayılırım yani!
O anda canımız çiğ  köfte çekti. Çünkü oradan açılmış konu, nasıl açıldıysa! Alman yemeklerini falan anlatıyorlar. Valla bana ne sizin Alman yemeklerinizden kardeşim, mis gibi çiğ köfte varken! Ama hayvan gibi canım çekti bee! Yalnız bu ikisinde sürekli bir muhabbet değiştirme durumu vardı. Almanların genelinde var mıdır bu bilmem de, abartısız sabaha kadar kırk konu değiştirmişlerdir. Arabalardan tutun da, futbola, danstan, politikaya kadar alakalı alakasız bir sürü konu hakkında konuştuk. İyi bir şey aslında bu. En azından konuştuğumuz insanlar beyni boş, salak salak sürekli gülen tipler değillerdi ama azıcık çeneleri düşüktü işte.
Gecenin sonunda, -gecenin sonu diyorum çünkü uyumadan gece bitti ve sabah oldu- ben o kadar yorulmuşum ve uykum geldi ki, bana ne ya yarasasından, cininden diye eve çıktım. Tabii bunda sabah olup, etrafın günlük güneşlik olmasının yüzde doksan dokuz nokta dokuz bir payı vardı. Çıktım eve uyudum, S'yi de bizim kankilere postaladım. Pişman değilim, şimdi olsa şimdi yaparım. Kız yüzünden on iki saat boyunca uyumamışım. Resmen yıllık fedakarlığımı köküne kadar yaptım yani.

Uyudum, uyandım, S geldi, ben pek kankilerimizle vedalaşamadım ama olsun artık. Garaja gittik, otobüse bindik ve Kuşadasına geri döndük. Bu tatilimizde böyle olaylı, molaylı, eğlenceli, dramlı geçti işte. Ha birde yeni tanışılan çenesi düşük kankilerle. Gerçi S için Ç hala daha sıradan bir tatil arkadaşı değil, bunu her zaman hissetmişimdir de. Ben o çocukları facebooktan da eklemedim, numaralarını da almadım, öyle kader de tanışmamız gereken iki çenesi düşük ama iyi kalplı arkadaşlardı onlar.