28 Ağustos 2014 Perşembe

Neden erkekler sormuyo, neden kızlar?

Bu günlerde site keşfettim. Daha doğrusu google'a yazdığım her soru da önce bu sitecik'in linkleri çıkıyodu. Ne dir, ne değildir derken az be az anlamaya başladım. Üyeler herhangi bi konuda, herhangi bir şey yazıyolar ve diğer üyeler de cevaplıyorlar, saçmalıyolar ya da ağzı açık bırakacak engin bilgiler veriyolar. Böyle karma insanların toplandığı bir site.İlk girdiğimde tamamen tanışma ve arkadaşlık sitelerini andıran arayüzüyle karşılaştım ama bi yerde bilgi alışverişi yapılan, tartışma platformu. En azından amacının dışında yazmayan arkadaşlar için....  Sosyal medya'nın ve bu tarz teknolojik platformların nerdeyse dünyayı ele geçirdiği çağımızda, böyle bir şeyin olması da kaçınılmazdır elbette.Ben üye olduğumdan beri azıcık soru sormuşumdur. Gerçi en son uyku felciyle ilgili bir soru sordum, sormaz olaydım. Yok o bilimsel değil, yok sana ifritler basmış falan derken olmayan yatağın arasına girmek istedim. Karanlık oda da yatıyorum, elimde bu sıralar iyice sapıtan ve yakında hakkı rahmetine kavuşacak olan telefonum- yorumları okudukça korkuyorum, korktukça daha da soruyorum, bildiğin deştim yani cevapları soru sorarak. Hayir yani yok halisinasyonlu, yok onlu, yok bunlu yazmışken ne tür cevaplar bekliyodum ki acaba? Ben korktum, yetmedi soru sayfamdaki kızları da korkuttum.

Yalnız.... bu site az kaçın kurası değil ha. Kızlar "yaa ay ağlıcam, korktum", "oha çok korkunç nasıl uyucam ben?" tarzı şeyler yazıyolar, bizim beyler de "korkma, korkma..." falan diye smile'lı, lunch'lu cevaplar veriyolar. Bi "korkuyosan geleyim mi?" demedikleri kaldı yani. Tabii bi kaç kişi için diyorum.
Erkeklerin koruma iç güdüsüne yaklaşan kızlar, kızların narin bünyelerine kayıtsız kalamayan erkekler.... Bu böyle iç içe ilk okul birinci sınıfta gördüğümüz ikili kümeye falan benziyo bence.

Bu arada meraklılarına site de şu; www.kizlarsoruyor.com



17 Temmuz 2014 Perşembe

Kalbimin çarpmadığı aşka, kapıyı çarparım

Dün S'yle dışarı çıktık, 'hadi bi çıkalım bari amele yanığı oluruz' dedik yani. Bu arada S, şu bana 'Sen Sarışını taklit ediyosun' diyen "en yakın arkadaşım". Onunla da yeni iyi olmaya başladık. Benim de içimde kalanlar vardı, ben de söyledim bir bir. Yanı bu konuşma zaten neredeyse sabaha kadar sürdü. Uyuduğumuzda saat altıydı yani. Pardon neredeyse sözünü geri alıyorum. Resmen sabah bitmiş konuşmamız. Öğlen uyanınca bir güzel kahvaltı yaptık(Öğle kahvaltısı da bizim yeni modamız) sonra hazırlanıp dışarı çıktık. Okul başlamadan bedenimi hazırlamam gerek. Ben de bizim evin orda, benim de arkadaşım fitness hocalığı yaptığı spor salonuna gittim, bir güzel kaydımı yaptırdım. Pilates ve fitness.... 48 kilomla zayıflamak için gitmiyorum tabii ki oraya ama sekiz ay boyunca hemen hemen her gün spor yapmışım. Kaslar unutmasın sporu... S'yi de öyle özendirdim ki, benimle gelmeye ikna ettim(hatta annem bile yazılcak. Üç kadın sağlıklı yaşayıp, fitliğimizi koruyacagızz bee yubbi!) Dedim artık düzenli bi program yapalım. Sabah erken kalkalım kahvaltımızı yapalım, starbuckstan taze sıkılmış meyve sularımızı alalım, meyvelerimizi alalım bi güzel sporumuzu yapalım, eve gidelim duşumuzu alalım vs vs... S'nin gözleri parladı. Kulağa mükemmel geliyo tabii de bi de bunun erken kalkabilme durumu var. Uykuya aşık insanlar olarak nasıl olacak acaba bu?
Bu arada söyledim mi S, sevgili yaptı. Duygusuz, çıkar ilişkili bir sevgililik değil o yüzden tam olarak 'yaptı' denmez aslında. Baya baya ilginç bir şekilde tanışıp, aşık olunarak sevgili olunan bir ilişki yani... Ben yokken neler olmuş meğer. Sevgilisi C, pek şeker bir çocukcağız. 22 yaşında terbiyeli, efendi, saygılı bir çocuk(beste anne işte benim adım. Damadım oluyor kendisi haha). Eee tabii S, sevgili yaptı ya bana da lafı atıcak hemen!

+Aslında senin de bir sevgilin olsa... Şöyle sen, sevgilin, ben, C dördümüz takılsak. Çift çift yemeklere gitsek, tatillere çıksak, denize gitsek. :) ;)
-Sevgilim olmadan yapamıyo muyuz? :)
+Çift çift diyorum kızım, sevgilin olmadan çift mi oluyoruz?
-Siz çift oluyosunuz. Yeter bence. :)
+Yok mu şöyle senle ilgilenen hoş bi adam?
-Vaarr..
+Eeeee... Niye şans vermiyosun yaa? :/
-Bişiy hissetmiyorum çünküüü..
+Sonra hissedersin...
-O olmuyo işte bende. Ya ilk görüşte, ya hiç görüşte :D
+Ne biçim kalbin var ya. Bak ne zamandır yalnızsın.
-Yalnız ölücem ben :D


Şu seninde sevdiğin seni sever denklemine hiç denk gelmedim ben. Benim sevmediklerim beni sevdi, benim sevdiklerim sonrasında öğrendim ki adam bile değillerdi. İşte böyle saçmaca denklemler beni yordu. Ben de on dokuzluğumun baharında, hala beyaz atlı prensini bekleyen kadınlar gibiyim. Ama sevmiyorum ben bir şey hissedilmeden başlanılan ilişkiyi. O adamı gördüğümde kalbim çarpacak arkadaş. Başka oluru yok!
En son istanbulda H.T'in konserine gitmiştim. Orda şu oyuncu kirli sakallı bi adam var ya... Hatta dizisi vardı. Hatta ben bu adama Saraylı Adam diyim... İşte o vardi. Böyle ben Giresunlu, Sırık ve Kıvırcıkla deli gibi dans ediyorum, şarkılara eşlik ediyorum falan baktım bu bana bakıyo. Ama beyimiz cool tabiii. Sigara değil, puro içiyor. Bira değil, viski. Bir elinde viski, bir elinde puro o loş ışıklar arasında bana bakmaya çalışıyo. Böyle bir manzara beni resmen gece yatağına götürecekmiş gibi anlaşılıyor ama napıyım ortam öyleydi. Sonrasında konuştuğumuzda adamda gram öyle bir niyet olmadığını anladım. Zaten sonra bizim kızlarla konuşurken tiyatro okuduğumu duydu. Hatta duyar duymaz şöyle bi dönüpte baktı. Heralde sonra konuşmaya karar verdi, orayı tam bilemiyorum... Merdivenlerden yukarı çıkıyodum. Saraylı Adam da heralde çişe gitcekti, o da aşağı iniyodu. Gözlerimin içine belki iki, üç saniye bakmıştır. E bende bakıyorum tabii. Ki ben bu adamı hiç takmazdım. Bizim kızlar dizisini kaçırmaz, ölür biterlerdi bunun için... ben; 'abartmayın ya, o kadar da iyi değil' derdim. Allah beni taş edebilirmiş anladım ki. Adam televizyondan kat daha kat yakışıklı ve karizmatik. Zaten öyle genç delikanlı yaşlarını çoktan geçmiş. Otuzlarının başında, bildiğin olgun, efendi bir adam yani... Neyse bu bana bakıyo, ben buna. Sonra gülümsedi. Ne, gülümsedi miii?

-Önümüzde dans eden kızlardan biri tiyatrocuymuşta haberimiz yokmuş. :)
+Hehe evet tiyatro okuyorum :) (dedim ve bön bön adamın suratına baktım. Tiyatro okuyorum ne demek ya? Ne demek yani? Sanki kendi kendime tiyatro okuyorum. Çocuk resmen konuşmaya çalışmış ben konuşmayı başlamadan bitirdim. Alkış bana)
-Süpermiiiş :) (Yani bu söze başka ne denirdi ki!)

O gülümsedi, ben yarım ağız gülümsedim... Ve gitti! Valla gitti. Fazla bile katlandı. Allahım bir aşk hayatımda böyle başlamadan son buldu. Bu konuşmadan sonra bakmaya devam etti ama konuşmadı da... Bir daha da onu görmedim zaten.

Daha öncesinden de Alkım da kitap reyonlarına bakıyorum. Yanımda bi adam kitap bakıyo... Eline aldığı kitapta benim okuyup, baya beğendiğim bir psikolojik kitaptı söylemek istedim "O kitabı okudum. Çok güzeldir. Tavsiye ederim"

+Bakıyorum öyle ama teşekkürler. Güzele benziyo. Ben de sizin elinizdekini okudum, tavsiye ederim :)
-Benim de ilgimi çekti, alıcam sanırım :)
+Psikolojik kitaplara ilginiz var sanırım?
-Yani... :) Evet. Psikolojik kitaplar çok okurum.
+Hayret pek öyle psikolojik kitaplar okuyan biri gibi değilsiniz de? :) (Laf mı soktu bu şimdi? Ne demek ya?)
-Aslında ben o... ('Aslında ben oyunculuk okuyorum. Bölümüme de oldukça faydası var diye düşünüyorum' diyecektim ki 'o..' dedim ve telefonum çaldı. G'ye kırk saat laf anlatana kadar çocuk gitmişti. Sonra öğrendim ki o çocukta oyuncuymuş. Sihirli mihirli bi dizi vardı. Sırlı falan... Orda oynamış ve bizim Bus bu çocua hayranmış. Bus yüzünden, sırf ona hayran diye çocuğu takip bile ettik yani. Oyunculuk okuyorum ve oyuncuyu takip ediyorum yani, fiyaskoya bak. O akşamda çocuk bana gülümsedi. Peşindeyim sanmamıştır inşallah! O kim ki ya ben onun peşinde koşucam. Ne peşinden koşması yani... Ben onun arkasından koşan Bus'un peşinden koştum. Bir bilse...!
Sonra Beşiktasta bir biraver de gördüm onu. Telefonla konuşuyodum, kafamı çevirdim dibimdeki biraver'e masa da başını kaldırmış, gözleri fal taşı gibi olmuş bana bakıyodu... Kaşları kalkmış falan. Kesin tanıdı yaaa.. :/ Neyse işte onu da bir daha görmedim. Şuan bi dizisi var yine bi sarışınla baş rolde. Allllaaam nedir bu benim sarışınlardan çektiğimmm.

S'yle D&R'ye girdik. Öyle kitaplara, filmlere falan bakıyoruz. Eğlenmek için öyle, vakit geçsin diye kitap alıcam dedim. Renkli renkli, kapakların olduğu rafa geldim. Birini aldım. S, elinde pembiş bi kitapla geldi.
Bence bunu alalım sana dedi kitabı elime tutuşturdu. Bi baktım kitaba ismi S*İKTİRGİTLİ AŞKLAR. Aynen böyle i'sinde yıldız var yani. Yılzdız mıldız kurmuş ama içinde ana avrat maşallah. Evet, içini bildiğime göre aldığımı anladınız. Hayır yani carladım o kadar 'benim böyle kitaplara ihtiyacım mı var yeaaa. Ne demek yani... laf mı soktun sen bana' falan filan derken. 'Ya bak bu kadında aşkta talihsiz moralin düzelir" dedi bi de. Hayır niye moralim bozuk olsun benim. Hayatımda bi adam yok diye intihar edeyim oldu olcak! 'Moralim bozuk falan değil benim yaa!' dedim ve kitabı aldım. Yeni başladım. Daha on sayfa anca olmuştur. Kadın ilk aşkını anlatıyo böyle falan... İyi halt ediyo!


Öyle kolay değil bu işleeeerrr... !

Google'a sorarsan ölürsün!

Evet sevgili izleyiciler(daha doğrusu okuyucular) uzun hatta coook uzun bir aradan sonra yine karşınızdayım ama siz yine fazla ümitlenmeyin. Benim ne zaman gideceğim yine belli olmaz. Çokta gizemli kadınımdır ayıptır söylemesi haha. Eeeee? Yaz geldi yahu! Deniz, kum, güneş, sınırsız dondurma ve köküne kadar dinlenmek... Yooo hiç biri! hiç biri! En azından bana. Nasıl kaderim varsa geçen yaz gram denize giremeden yazı geçirmek zorunda kalmıştım. Anlaşılan hala lanet devam ediyo. Haziran'ın başı gibi yine evime, Kuşadasına, Ada'ya geldim ama ne gelmek, ne gelmek. Kan revan içinde. Tabii uçakta bir siyasi saldırıya uğrayıp, ağır yaralanmadım ama öylesi olsa nasıl olur düşünmekteyim. Bir insanın çişinden kan gelmesi nedir yahu? Nasıl bir hastalıktır, elle tutulur yanı yok resmen. Google'a da yazdım bunu... Hay yazmaz olaydım. Bana mesane kanserisin, üç aylık ömrün kaldı demediği kaldı. Zaten ne zaman bir hastalığı google'da aratsan hep en kötüsünü gösterir önce. Sonra da dalga geçermiş gibi, üzülme diye başka basit hastalıklarında belirtisi olabileceğini söyler. Ölmeden insanı öldürür şu googl'e. Neyse ki ne kansermişim, ne üç aylık ömrüm kalmış. İdrar yolu enfeksyonuymuşum meğer. Basit bi hastalıkta değil maalesef ama en azından şu an için ölüm tehlikem yok. Ben ultrasonda gördüğüm o kitleyi tümör olarak adlandırmıştım oysa... tövbe yarabbi!

Harbi lanetliyim galiba ben yaaa!

İşte bu olanlar dolayısıyla bir süre denize ve havuza girmem yasaklandı! 'Yasaklar çiğnenmek için ben gidiyom yeaaa' diye cup denize, havuza da gidemiyosun, o korku fena sarıyo insanın içini. İki hafta ölür müyüm korkusu yaşamışım yani boru değil!
Ama azmin sonu başarı olacak millet, yazın bunu. Ben bu yaz geçmeden denize de gircem, havuza da! Herkesten çok ben girmeliyim ya, geçen yaz da girmedim ben denize havuza. Ühüüüüü!

Birde tatil istiyorum(evet çok şey istiyorum ama napiyim yeaa).Şöyle Bodrum olur, Çeşme olur falan olsun yani. Olmalı!





21 Nisan 2014 Pazartesi

Unutulmazlardan seçtiklerim: çocukluğumun üç filmi

Nostaljiyi sevdiğimi söylerler bana. Ben de inkar etmem. Eskiden gazete'nin yanında eski amerikan filmleri cd'leri verilirdi, hatırlayanınız var mı? 2000'lerin başlarında falan. Ben o cd'lerle büyüdüm diyebilirim. O zamanlar Disney Channel'mış, renkli çizgi film kanallarıymış falan yoktu tabi. Ya sabah kahvaltıdan sonra gösterilen çizgi filmler var, ya da yine çizgi film cd'leri. Ama çok şanslıyım. Eski amerikan filmleriyle, yeşilçam filmlerini izleyerek büyüdüm. Küçücük bir kız çocuğuyum yani. Annem saçlarımı cimcime şeklinde iki yandan topluyor, o kadar küçüğüm. Ve anladım ki, o yaşlarda izlenen filmler çok önemli. Çünkü zihnimin hatırlayabildiği o ilk filmleri hala an be an hatırlıyorum.... Bir kaçından bahsedecek olursam;


Wizard Of Oz (1939)

İşte bahsettiğim gazetelerin yanında verilen filmlerden biri. Tam bir çocuk filmi. Bende küçük Best olarak bu filmi ağzım açık izlemiştim ve özenip anneme kırmızı ayakkabı aldırmıştım haha. Bu filmden aklıma en kazınanlar ise Judy Garland ve Margaret Hamilton. Dorothy ve Cadı yani. Margaret Hamilton aslında tiyatro oyuncusu. Hatta öğretmenliği bırakıp tiyatrocu olmuş. Tiyatro dışında da çok fazla projesi yok. Yani pek fazla filmi yok diye biliyorum, hatta Wizard Of Oz tek filmi bile olabilir. Judy Garland ise ne kadar uyuşturucuyla intihar etmiş olsa da, o benim için hala kırmızı ayakkabılı, örgü saçlı küçük Dorothy. Çok etkilenmiştim bu filmden. Hatırlayınca bile hala etkisindeyim.


Little Women (1949)

Yine bir gazete'nin günlük verdiği bir filmdi. Altı yaşlarımda falanım. Sıcacık bir aile filmiydi, insanı gülümsetiyordu adeta (tiyatro gibi çekildiğini de daha o yaşımda fark etmişim. O zamandan belliymiş tiyatro'ya ilgim). Bu film'in etkisinde o kadar kaldım ki, anneme o yaşımda kahvaltıda kahve içmek istediğimi, uyurken başıma takmak için uyku şapkası almasını söylemiştim. Film de ev halkı kahvaltı da kahve içiyordu ve evin en küçük kızı Beth uyurken başına şapka takıyodu. Özenmeye bak? Eski yıllara özeniyorum daha o yaşımda. Bir diğer hayranlığım ise filmdeki Amy, yani Elizabeth Taylor'aydı. O bukle bukle sarı saçları, bebek gibi yüzü, pamuk gibi cildiyle dikkatimi çekivermişti ki anneme "anne şu kim? şu kim?" diye diye kadına gınalık getirtmiştim. Bana Elizabeth Taylor'u anlattı. Tabii onun küçüklüğünde çok daha popülermiş. Popüler olmasa sorun olurdu zaten. Çok güzeldi gerçekten. Bence Elizabeth Taylor hep güzel kaldı. Jo, yani evin en büyük kızı rolündeki June Allyson'nun oyunculuğu da o kadar mükemmeldi ki, sanki bende ondan çekinen kız kardeşlerinden biriydim. Oyunculuk...


Breakfast At Tifanny's(1961)

Audrey Hepburn'la tanışmam bu filmle oldu. Bu filmi izlediğimde çok küçük de değilim aslında. On bir, on iki yaşlarımda falandım, o yüzden filmdeki romantiklikten çok daha etkilenmiştim. Holly'nin New York sokaklarında yürüyüşü bile çok hoşuma gitmişti. New York da yaşamayı ilk isteyişim o filmle başladı bile diyebilirim. Bu filmi eski cd'leri karıştırırken bulmuştum. Gece'nin saat dört'ü falandı yani. İzlemediğim bir filmdi, merak ettim. "Ne ilginç ismi varmış filmin. Bu ne ki ne?" dedim, filmi leptop'tan izlemeye başladım. Sabah'ın ilk ışıklarına kadar gram uyumadan, sonuna kadar da izledim. Zaten film bittiğinde saat altıydı, ben bir de hazırlanıp okula gittim. Ama bi şey değişmişti. Okula resmen süslenerek gittim. (orta okulda falanım. Ergenliğimin ilk evreleri falan...) Yok efendim taçlar takmalar falan filan. Kendimi Holly gibi hissettim resmen. O günden sonra Audrey Hepburn'un çoğu filmini izledim. Ama ne yalan söyliyim hiç biri Breakfast at Tifanny's gibi olmadı. Bam başka şeyler hissederek izlediğim bir filmdi o ve Audrey Hepburn'un çoğu filmini çok sevmeme ragmen belki de ilk izlediğim filmi diye aynı tadı diğer filmlerinden alamadım. Ergenlik dönemlerimde kendimi genç kız gibi hissettiğim bu filmi unutmam mümkün değil. Benim için bam başka bir film 

Hele Audrey Hepburn'un filmde kendi sesiyle seslendirdiği Moon River şarkısı hala Mp3'üm de. O şarkı beni o güne götürüyo sanki. O pembe peluş gece lambamın yansıtttığı pembe ışıkta filmi izlememi, sonra süslenip, kokular sürüp okula gitmemi hatırlatıyo. İlk genç kız olmamı hatırlatıyo....  SpottyVişne Çürüğü

Pilavüstünot: Ben şu mim denen şeyin adını saçma buldum. Buna biz vızlamak falan desek olnuyo mu ya? Hani paslamak, göndermek anlamında.

20 Nisan 2014 Pazar

Sahibi olan adam başınıza bela açar, Best demişti dersiniz

Bizim Çakma Nina ve Hava Yastığı.
Heheh çok tatlışlar değil mi? :D
Öyle bir başlıkla başladım ki yazıya, sanki çok trajedik bir olay anlatıcam. Ahaha yok be, sevgilisi olan adama falan da asılmadım. İşte benim de empati yapma özelliğim fazla gelişmiş vallahi. Bir kere boynuzları yedikten sonra, o boynuzları başka bir kadına takmak istemem. Tabii bunu tek taraflı yapmıcam da... Öyle işte. Sevgilisi olan adama neden asılırlar zaten anlamam. Hayır yani sana ondan hayır gelir mi? Gelmez. Tutup elinden sokaklarda yürüyebilir misin? Yürüyemezsin. Ailenle tanıştırabilir misin? A-oou... bu zaten ilerlemiş bir ilişkinin örneği oldu. Kaldı ki adamın sevgilisi varken bunu yapmak mide ister. Bu arada aileyle tanışma faslı konulu bir yazı mı yazsam ne, şu an baya eğlenceli şeyler ortaya çıkarmış gibi hissettim. Ama ondan önce şu sevgilisi olan adama asılan kızlar'a gelelim. Kızlar... kızlar....

Bizim Çakma Nina (O kim diye soracak olursanız benim bi arkadaş. Kendisini şu Vampir Günlüklerinde oynayan esmer kız var ya Nina Dobrev... Hah, ona benzetiyorlarmış işte. Benzetiyorlarmış da değil canım, ben de benzetiyorum. O yüzden bu kızımıza Çakma Nina diyelim) 'nın sevgilisi var. Böyle tatlı, sempatik bi delikanlı (türk filmlerindeyim mod on). İşte bunların bi sevgili olamama, olma, sonra yine olamama ve sonunda artık olma durumları gibi bir ilişkileri vardı. (Geçen yazımda bahsettiğim yalama olmuş ilişki modeli değil ama bunlarınki. Sevgili olamadan ilişki... Anlamadınız değil mi? Sallayın gitsin, ben de anlamadım zaten. Ama çok tatlışlar ya, fazla ponçikler yani) Offfff, açıklama yapa yapa yazının yarısına geldim zaten.... Şimdi kaydı tekrardan başlatacak olursak bu bizim Çakma Nina'nin sevgilisi eski Playboylardan. Ama eski kısmına vurgu yapabiliriz. "Herkes bana hasta, hohoy hayat bana güzel" modunda olan bu adam, bizim Çakma Nina'dan sonra bir Mecnun, bir Kadir İnanır oldu. Gel gör ki o zamanında "hey bebeğim, sen de bana hastasın biliyorum. Muck" tavırları beyimize bela oldu. Allah'ı var yakışıklı çocuk. Günümüzün kızları da maşallah yakışıklı avında. Eee sonuç? "Sevgilisi mi var? Boş ver şekerim ayırırız" tarzı kızlarımız.

Kızın sevgilisine yanımda yavşadılar ya, o derece. O ne özgüven o? Sendeki özgüvene ceket iliklerim ben. Sonra o ceketin düğmesini sana yuttururum be kadın. Kesin sen google'a 'erkeği kendine aşık etme yöntemleri' ya da 'erkeği nasıl aşık ederim' yazıp, utanmadan sevgilisi olan adam için bunlara bakmışsındır. Ya sana da hak veriyorum, tamam gönül bu. Ama baktın o gönül sana kaymıyo, sen de adamın sevgilisi seni kaydırmadan dön gel gittiğin yoldan be bebeğim.

Çakma Nina ve Hava Yastığı :)
Çakma Nina ve ben bi gün oturmuşuz bi güzel kahvelerimizi de içmişiz, muhabbet ediyoruz. Ama ne muhabbet. Bi konu bitiyo, bi konuya başlıyoruz. Sessiz kaldığımız saniye yok yani. Bildiğin iki genç bayan tatlış, tatlış takılıyoruz. Sonra bunun sevgilisinden bi mesaj geldi. Şu sevgiliye de bi isim bulmak lazım ya. Hayır, yazarken daha zor oluyor yani. Ne desek ki şimdi? Gamzesi var sanırım bu çocuğun ama... o ne be okuyan, çocuk çağzı kız falan zanneder. Sonra Çakma Nina lezbiyen dedikoduları açarım kızın başına, tövbe yarabbi! Hava Yastığı diyelim biz buna. Uyumlu da oldu. Çakma Nina ve Hava Yastıığı.... Şu an isim uyumları değil konumuz tamam mı, uyumsuz oluversin n'apiyim yani. Çakma Nina tuttu kolumdan "Hadi sevgilim çağrıyo, birlikte gidelim" dedi. Ben n'apıcam ya iki sevgilisi arasında, başka zamana inşallah, yok benim zaten işim var, sen selamımı söyle, hadi ben gidiyorum bayyyy, ya bıraksana Çakma Nina, valla sen git bilmem ne derken yalvarıp yakarmama rağmen kendimi bizim Hava Yastığı'nın yanında buldum. İki sevgili yanında tek başıma olunca, iki nişanlının yanında gözetmenliğe gelen akraba gibi hissediyorum kendimi valla. Böyle bunlar aşktan bir birlerine gülerken göz göze gelip onlara da gülümsemeler, birazcık tartışsalar ara yapmalar falan. Tam o moddayım yani. Benden iyi görümce bile olur. Burdan kardeşimin ilerdeki sevgilisine göndermemi de yapayım hahaha.

Neyse biz bir girdik içeri. Çakma Nina buz kesti. Kızın yüzü bir düştü, bir düştü, dedim heralde Hava Yastığını falan rehin almışlar, böyle kafasına silah dayamışlar bizim kızın gelmesini bekliyolarmış.
Onun baktığı tarafa baktım- bizim enişte'nin yanında bi kız. Beynim bana oyun mu oynuyordu? Bu olayın sonu nereye gidecekti? Beynimde resmen 'to be continued' yazısı çıktı. Hani bu adam çok sadıktı yahu? Bastık gittik masaya. Çakma Nina benden önce uçtu tabii. Yüzünde sahte bi gülümseme. Afferin kız!
Hava Yastığı bizi görünce tedirgin oldu "Aşkım hoş geldiniz" dedi. Allaaaah hoş mu, boş mu göstericem ben sana şimdi Yastığını patlattığımın Hava Yastığı kılıklı! Çakma Nina da meraba hayatım'lı falan tarzlarında bi şeyler söyledi. Sıra geldi sarışın yelloza. İkimiz de böyle ters ters kıza bakıyoruz. Allahım bana n'oluyosa hep artistlik peşindeyim yani, hep.


-Meraba tanışıyo muyuz?
-Ay meraba. Yok ya ben Hava Yastığı'nin bi arkadaşıyım. Sen sevgilisi olmalısın?

Hayretler bi şeyler resmen. Adamın sevgilisi olduğunu bile bile ne o cilveler kızım, sen eceline mi susadın yani. Ne ki sendeki bu macera arayışı anlamadık. Gel seni bi Belgrat'a yollayalım yani eğer öyleyse.

-Evet ben sevgilisiyim.
-Hmm anladım.
-Siz nerden arkadaşsınız Hava Yastıığıla?
-Ya uzun hikaye, sonra anlatsam? Benim acelem var da.

Uzun hikaye? What the uzun hikaye? Hava Yastığı'yla arkadaşlığının uzun hikayesi var bi de. Ayy kız bi sahte, bi yapmacık var ya, görsen "kızın günahını neden alıyosunuz, arkadaşıdır" dediğine ve bana küfürler ettiğine pişman olursun. Banko bizim Hava Yastığına yavşayan fake arkadaş olan kızlardan biri bu da.
Neyse kız kalktı gitti. Kalkmasa flaş, flaş, flaş durumları yaşayabilirdik yani. Daha sonra öğrendik ki kız bizim Hava Yastığına "Sinek Valem olur musun?" diye mesaj atmış. Başta ben ne demek ya bu, salak bu kız ne saçmalamış, pişti oynayalım falan mı diyo ki, diye söylendim de meğersem bizim fake arkadaş baya baya sevgilim ol tarzı bi cümle kurmuş. Yavşaklığa bak yani, yavşaklığa zoom hatta. Ben bile hayatımda bir erkeğe çıkma teklifi edecek olsam, kırk yıl da düşünsem böyle bi şey aklıma gelmez. Sinek Valem olur musun nedir ya, resmen pişti oynayalım, der gibi. Yetmemiş kız bizim Hava Yastığına içtiğini falan söylemiş. Ay canısı biraz daha fazla içseydin belki güzel kafan, daha mükemmel çalışırdı, ha?      


9 Nisan 2014 Çarşamba

Kotlu, Sarışın olsa çekilmezmiş!

Bilmem haberiniz var mı ama ben S'yle şu aralar konuşmuyorum. (Hani şu en yakın arkadaşım, dostum, kardeşim. Sokakta yatıp, aç kalmaya deneyimlediğim kız olur kendileri) Nedeni de bana duyunca küçük dilimi yutacağım bir şey demesi: bana "sen Sarışın'ı taklit ediyo gibisin"
Sarışın da ne çevremizden bir arkadaşımız, ne tanıdık. Dizi oyuncusu ve manken yani (sarışın olduğundan ona da böyle deme gereği duydum) Evet, saçmalığa da bir güzel KAAAMOOOON! der miyiz, deriz tabii. (Bazen ses tonum benziyo ama kasıtlı yaptığım bi şey değil valla. Ekmek musaf çarpsın yani. S'de bu yazıyı okursa burdan da duyurduğumu bilsin bari!) Ben başta yok öyle bi şey bebeğim, sana öyle geliyo falan diye kendimi nasıl açıkladım ama, anlatamam. Bu da o zaman ikna oldu. Yok sen çok değiştin de falan diye başlamıştı zaten cümleye. Yahu tabii değişicem. Beni tanıdığında on altı yaşlarında ergen bi liseliydim. Şimdi yirmilerime merdiven dayıyorum nerdeyse, nasıl değişmicem yani? Neyse sonra "ben seni kaybetmekten çok korkuyorum" diye bi sarıldı, içimin yağları eridi. Çok seviyorum aslında, bazen deli gibi kızdırsa da.... Yok ama şuan konuşmuyoruz. Yani dayanamadım artık. O kadar şey demiş yani. Yemedim de, yutamadım da.
Sahteliğim mi kalmadı, çocukluğum mu kalmadı, beni tanıyamaması mı kalmadı, ne varsa söyledi her halde o an. Bildiğin içini kusmuş gibi up uzun bi mesaj yani. Tabii dondum kaldım ben o mesajı okuyunca. Hatta mesajı akşam altı da aldım ama ben gece on iki de anca cevap yazabildim, düşün artık.
Neymiş efendim bana artık B mi demeliymiş yoksa başka bi şey mi, bu tanıdığı kız onun arkadaşı değilmiş üzgünmüş de falan. Okudukça ağlıyorum, ağladıkça salak gibi oluyorum. Harap ettim kendimi resmen. Yok bana bunu nasıl söyler, ben onun kaç senelik arkadaşıyım, sokakta yattım lan ben onunla falan derken, son mesajlarımızı da atarken yaklaşık dört aydır konuşmuyoruz. Bir kaç hafta önce annem konuşmuş demiş işte " S'cim böyle böyle. Ayıp etmişsin gerçekten, B çok üzülüyo" falan. Yetmemiş "Onu benimsemiş olabilir, ondan istemsizce oluyodur" falan demiş. Alllllaaaah kan beynime sıçramaz mı? Tranbolinde zıplayan orta yaş kadınların zıpladığı gibi zıpladı o kan benim beynime. Afferin anne, yılın en iyi arabulucu ödülünü verelim biz sana! Hay dilimi eşşek arısı soksaydı da "S'nin bi ağzını arasana" demeseydim. Yahu ne benimsemesi Allah aşkına. Kızın nesini benimsicem ben yani? Bu kız sanat adına çok önemli işler mi yapmış, bu kız örnek alınıcak karakterde mükemmel bi insan mı? Hadi öyle olsa bile, ben niye elin mankenini rol modeli yapayım yani kendime? Kız benden dört yaş büyük, onun izinden mi gidicem? Ben kendi kendimin izinden gidemez miyim yaaaaaaa? Allahım nasıl sinirliyim ama. Telefonda falan konuşuyoruz o an evde olup kapıları çarpa çarpa konuşmak istemedim, dersem yalan söylerim. Aslında hiçte kavgacı bir insan değilimdir yani. Anneme de gayet saygılıyım. Zaten biz arkadaş gibiyizdir. Ama bu konu canımı o kadar sıkmış ki artık resmen son damlama gelmişim. O kadar sinirliyim ki S'nin çok pişman olduğunu duyunca bile umursamıyorum.
Gerçi ben ne kadar S'ye çok kızgınım, bu arkadaşlığı gözden geçirmem gerek bezlerinde olsam da kızın twitter profiline sık sık giriyorum yani. Ana sayfa da bir denk gelsin, hemen bakıyorum neler yazmış diye. Hoşlandığı çocuğun profiline gizli gizli bakan platonik kızlar gibiyim yani bildiğin. Yani aslında öyle de değil ama sen kesin öyle düşünmüşsündür.
Ya ben çok sinirlendim biraz açılayım diye aşağı indim, inmez olaydım. Keşke yatağıma gömülseydim de o sözleri duymasaydım. Ben aşağıda otururken Kotlu geldi (sürekli kot giyer bu kız). Kotlu da benim aslında İstanbuldaki en yakın arkadaşım/dı. Neden 'dı' onu anlatmak ayrı bir yazımı alır, o kadar uzun ve karışık bir olay ve hiç anlatamıcam yani şuan. Neyse bu Kotlu elinde kahve fincanıyla geldi.


-Naber B?
-Kötü ya.
-Aaaa n'oldu?
-Ya Kotlu, ben Sarışın'ı mı taklit ediyorum sence? (Laf açma amacıyla sordum bu soruyu yani, yanlış anlaşılma olmasın. Sinirliyim ya zaten, bir de ona danışayım düşüncesi yani)
-O nerden çıktı be, ne alaka şimdi?




Anlattım. Her şeyi baştan sona anlattım. Salaksın işte B, hem de bayrak sallayanı, hem de fenerle yürüyenisin. Bu Kotlu olayı saçma buldu. Buraya kadar normal ama sonrası kızı camdan alıp fırlatmamı istememe neden oldu nerdeyse. Yok öyle saçma şey mi olurmuş, annem de affedermişim ama saçmalamış, Sarı mıymış, ne alakaymış, elin kızını neden taklit edicek mişim, hiç tanımadığım bi insanmış, buna üzülünür müymüş, Sarışı'nın uzaktan yakınından geçmiyo muşum zaten. Daha saydı da saydı. "Hadi Kotlu'yu taklit ediyosun deseler neyse de."
Bu bir film olsa burda görüntüyü sanatsal bir biçimde dondurur ve sanırım o ana zoom yapardım. Kotlu kendisi oluyo bu arada, hatırladınız değil mi? Yahu ben orda Sarışın'ı taklit etmemle suçlanıyorum, en yakın arkadaşımı elin sarışın yellozu yüzünden kaybetmişim, kızın bana verdiği örneğe bakar mısınız? Ölür müsün, öldürür müsün, güler misin, ağlar mısın? İşim gücüm yok seni taklit edicem ben Kotlu'cum. 1.75'lik incecik, sarışın hatunu değil de, seni taklit edicem? O an Sarışın'ı taklit etmeyi yeğlerdim heralde. İnsan örnek verirken bile bu kadar kendini beğenmiş olabilir mi sorusunun deneyimlenmiş ve anketlenmiş sonuçlarını gözlerimle, kulaklarımla hatta tüm duyularımla yaşadım. Ben n'aptım "delidir ne yapsa yeridir" düşüncesiyle söyle bir iki saniye baktım, güldüm geçtim. O gülüş altında kafam da ne senaryolar kurdum, bu Kotlu bunu hiç anlayamadı tabii. Yetmedi yüzsüz yüzsüz "Yaaaaa B, hadi benim falıma baksanaaa yaaa" dedi rahat rahat.
1: Ben orda sinirden nerdeyse tırnaklarımı yiyo vaziyetteyken, gelip densizliğin daniskasını yapmış,
2: Bana o halde utanmadan fal baktırıcak.
Kafam darma duman kızım neyin falı yaniii? Ama oh olsun, hep kötü şeyler söyledim. Zaten o haldeyken "Sana çok büyük bi kısmet geliyo. Zengin olup, çok yükseliceksin, süp süper de bi ilişkin olcak. Hayatın hap harika gidicek" diyemezdim heralde. Demedim de. Böyle şeyler çıksa da söylemezdim zaten. Sen misin bana o densiz örneği söyleyen! Böyle de güzel öperler işte, hıh (triplere de KAMOOOON!)





8 Nisan 2014 Salı

Biraz patates kızartması, kurtarılmış bi hayat

Sene 2011 yaz ayları falan.
Ben de okuldan yakın arkadaşım (gerçi başta kız benim saçımı başımı yolmak için sınıf kapısına gelmişti ama biz sonraları bi yakınız bi yakınız.
Yok gel bende kal demeler, ailemle tanış, sabahlayalım bizde demeler falan biz baya baya kanka olduk) A'nın doğum gününe gittim bi gün. Neyse eğlence süper, pasta yendi, içildi falan sonra baktım bunun doğum gününde ki arkadaşları bir bir ayrılıyo partiden. Meğer bu A, -kod adı Kızıl olsun çünkü saçları o sıralar kızıldı- sevgilisiyle baş başa kalmak istemişte bilmem ne. Sevgilisi okumuyodu galiba, tam da bilmiyorum ama öyle muhabbetler vardı bir ara. Neyse ben sıkıntıdan patlıyorum tabii. Yahu hadi arkadaşlarını gönderdin, beni de gönderseydin ya, ben nöbetmi tutcam başınızda? Ne güzel senin arkadaşlarınla da baya iyi anlaşmışım, ne diye beni sıkıntıdan patlatıcaksın...
Bu Kızıl bana "sen bilgisayarda takıl" dedi  içeri gitti. Kapı kapanma sesini de duydum benim gözler oldu sana fal taşı! Ama nasıl sıkılıyorum. Cips kırıntılarını yiyip, bardak bardak kola içiyorum sıkıntıdan.
Sonra facebook'ta gezerken o zamanlar hiç tahmin etmeyeceğim şeylere yaşamama neden olan M'nin profiline denk geliyorum. Profile bi baktım, benim ilk aşkım C'nin fotokopisi resmen. C zamanın da ben tam bir Leyla yani, o derece. Ölüp bitiyorum adamın aşkından. Eee ilk aşk bu, boru değil.
NEYMİŞ, AŞKIN GÖZÜ KÖRMÜŞ.
Neyse bunun fotorafını beğenir beğenmez selam melam falan yazıyo bu bana. Meğersem bu da benim okulum olduğu şehirde, yani Aydın da yaşıyormuş, orda okuyormuşta bilmem ne. Hatta biz bununla bi keresinde aynı ortama bile gelmişiz. E salak kız o zaman neden C'ye benzediğini o an fark etmedin, derseniz. C'den gözüm kimseyi görmüyo ki. 
AŞKIN GÖZÜ KÖR! 
Neyse ben bundan hoşlanıyo gibiyim falan ama C'ye benzemesi yani tek olay. C'de o zamanın mazisi. Çünkü C'de sene 2009. Bu M, bana bir ilgi bir ilgi falan, annem de bana takılıyo 'ben seni M'ye vercem' falan diye. M'nin bu ilgisi hoşuma gitmiyo mu? Gidiyo. Çünkü aşık olduğum ikinci adam tam bi hödük, geçen yazımda bahsettiğim bakıp, kısmanmaktan ileri gitmeyen bi ilgi gösteriyo bana. Ben de her defasında bu sefer unutucam hırsımı yaşıyorum tabii o aralar. Hah M de o an karşıma çıkıyo zaten.


Ama o kadar eğlenceli ve kafalarımız uyuyo ki yani anlatamam. Ortak yemeğimiz patates kızartması oluyo o derece. (Bir birimize patetes yemekleri tarifleri veriyodukta). Yaşamayı seven, pozitif, alışverişi seven bi erkek var yani karşımda. Alışveriş diyorum alooooo! Tek kötü yanı deli gibi kumar oynuyodu. 
Biz bi gün bunla telefonda konuşuyoruz falan, geyik yapıyoruz. Tek hatırladığım "Kapatırım bak telefonu suratına" demem. Tabii o da geyiğine. O da bunu biliyo ama "Kapat" dedi. Kapattım.
Sonuç: Bir ay bundan ses seda çıkmadı. Bir ay boyunca o telefon çalmadı. 
Bir ay sonra bi mesaj aldım: "Telefonumu tamire vermiştim" mi ona benzer bi mesaj alıyorum. O telefon kafanda patlasın, yalandan burnun uzasın üstüne kuşlar pislesin ben ne diyim. İnsan yalan söyler, bu kadar salak bi yalan söyleyemez heralde. Telefon bi ay tamirde mi kalırmış ya? Hadi kaldı, senin hiç mi telefonla işin olmadı, diyemedim. Hepsini içimden saydırdım durdum. 
Sonra benle hiç bir şey olmamış gibi konuşmaya başladı falan. Tabii benim kat sayım yükseldi. Ey mi yaman beymi yaman, diye ben de aynı şekilde davrandım ama hiç benimle ilgilenen bu değilmiş gibi davranıyo yani. Eski sevgilisinden bahsetti, onu da dinledim. Bu da o sıralar sınava ikinci defa hazırlanıyodu. Bana da seni çalıştırırm falan diyodu.
Ama ben de fark ettim ki; ben bu adam'dan kısa bi süre etkilenmişim, geçmiş- gitmiş. Boşluk gibi bir şeymiş yani. Eskiden mesaj attığında sevinirdim ama artık bir gün boyunca o mesaja bakmıyorum, okumuyorum falan.
Okullar açıldı bir süre konuşmadık. Ses seda yok bundan. Ben de ne yalan söyliyim hiçte konuşma gereği duymadım. Sonra bu bi gün beni aradı. İzmirde, Dokuz Eylül'ü kazanmış. Geçmiş zaman valla bölümünü hiç hatırlamıyorum. Tebrik ederim falan derken biz baya baya tekrar konuşmaya başladık. Ama flört'ün f si yok yani. En azından bende. N'apıyo, ne ediyo her şeyini biliyorum çünkü sürekli bi haber vermeler falan. 
Ama bu bi tuhaflaşmaya başladı. Her gün içiyo, saçma salak konuşuyo falan ben de n'olduğunu anlamıyorum tabii. Ailesiyle arası bozulmuş, kafa dağıtmaya ihtiyacı varmış falan. 

"Ya iyi de sen neden böyle dengesizsin. Bi öylesin, bi böyle. Anında bam başka birine dönüşuyosun?" dedim. Vallahi de dedim billahi de. Ve o enteresan bi biçimde ne şaşırdı, ne yadırgadı, ne diyo lan bu kız dedi. 
"Ben de bilmiyorum. Bipolar var bende ondandır" dedi.

O anda ne olduğuna dair zerre bi fikrim olmayan bu hastalığı araştırmaya başladım. Araştırdıkça, resmen parçaları birleştiriyorum. Bilmeyenler için söylüyorum; çok b.ktan bi hastalık. Bir dönem çok mutlu, çok pozitif, lay lay lom hayat bana güzel hallerindeyken.... Bir dönem tam tersine depresif ruh hali, mutsuzluk, içe kapanma, hatta intihara teşebbüse kadar giden durumları var. Yani M'nin o bir mutlu, bir mutsuz halleri ondanmış. Hani yazının ortalarında kumar oynuyo ve alışverişe bayılıyo dedim ya size.... Meğersem bu hastalığın mani yani mutluluk atağındayken sergilediği belirtilermiş. Ben de nerden bilicem, bu adam insan üstü falan diyodum. Gram bi şeyi kafaya takmıyo ama, sinirlerini aldırmış gibiydi resmen. Ama o telefon olayından önceki aksi tavırlarının da nedenini çözmüş oldum. Çünkü bu hastalığın depresif döneminde de bunların tam tersi oluyomuş. 


Ben düşündükçe, düşündüm, düşündüm. Hastalıklara karşı zaafım var ya benim. Hele psikolojik olanlara. Hatta bir psikolojik gerilim filminin etkisinde kalırsam bile, yandınız yani. Ahaha yok be kimseyi kesmem tabii ki de o karakterin hastalığını inciğine cinciğine kadar araştırırm yani. Ve kahretsin ki börek yapılabilcek yufka bi yüreğe sahibim. Dayanamıyorum yahu hasta insanlara. Acımak gibi falan değil de, ne bileyim....
Ben bunu bildiğim için hiç bir şeye ses çıkarmıyorum, en ufak şeyde hakaret ediyo susuyorum falan. Çünkü bilerek yapmıyor yani, hasta!
Bir kaç ay sonra benimde tam ağlamaktan helak olduğum bi zamanda arıyo. Anlatıyorum falan.
"Bekle beni almaya geliyorum" falan diyo. Neyse biz bunla konuşuyoruz, dertleşiyoruz. O da bunalım takılıyomuş zaten. Hah, iki depresyonlu yanyana yani!! 
Ama ben tekrardan anlıyorum ki M benim çok yakın arkadaşım yani. Başka türlü hiç bir şey hissetmiyorum. Bu bana moral veriyo, ben buna derken "İyi ki seni tanıdım" diye elimi tuttu. Ben de mutluyum onu tanıdığıma. Bir yıldır arkadaşım yani. Gülümsüyorum falan dönüyorum yurduma. O günden sonra bu bana eskisinden bile daha yakın. 
"Elimi kestim yara bandı arıyodum çekmece de" dedim. Allllllaaaahhhhh sanırsın sekizinci kattan düştüm. Yok hastaneye gidelim, yok sen kesin derin kesmişsindir dikiş atılması gerekir, yok ben burda kafayı yerim falan derken o konuşuyo ben çıldırıyorum ama. "Benim elim ya sana noluyo? Sakin olsana kalpten gitcen şimdi" diye bağarmak istiyorum resmen. Bu arada ben bunun hastalığını öğrendikten sonra onu iyileştirmek için kendimi paraladığımı anlatmış mıydım? Anlatmadıysam da artık biliyorsunuz. Tamamen yufka yüreğimden dolayı giriştiğim bu eylem elimde patladı, az sonra anlayacaksınız zaten. Hayır bana n'oluyosa annesi, babası iyileştirememiş (çünkü ailesiyle hep kavga edip o ilaçları on beş yaşından beri içmemiş. Hastalığının teşhisi on beş yaşında başlamış bu arada. Ve o adam o zamanlar yirmi yaşındaydı, neyse)

Bu bana bir gün bana aşık olduğunu söyledi. Allahım bana bakar mısınız, ben hastalıktan kaynaklanıyodur diye ciddiye almadım yani. Ama ben seni arkadaş olarak görüyorum da, sen çok iyi bi arkadaşsında falan geveledim. Bi de aşık olduğum adamı özlediğimi söyledim. Bak baaak adiliğe bak! Ama benim tek düşüncem sevdiğim biri olduğunu bilirse vaz geçer, zaten o da gerçekten aşık değil zamanla anlar düşüncesiydi. Allah düşüncelerimi de kahretsin! O arkamdan öyle acılı acılı bakıyo, ben de olayı dramatize etmiyim diye " Hadi erik alalım" diye manavın birine giriyorum yani, o derece. Hayır, bu yüzden arkadaşlığımı bitirsem tam adilik. E birde hasta yani, yapamam.
Tekrarlıyorum: Hastaa!

Bir gün bi arkadaşın evinde oturuyoruz. Oyun falan oynuyoruz galiba. O günü unutmam mümkün değil zaten. Ben kolaları, cipsleri doldurmaya mutfağa gittim, içerde bizim arkadaşlar oyuna devam ediyo. Bu geldi, o kadar sevdiğim biri var diyorum adam bana mısın demiyo. O anda tuttu elimi "benim sevgilim ol" diye tutturdu. "Yok" diyorum "ben seni arkadaşım olarak görüyorum" diyorum ama zamanla seversin'e falan getiriyo olayı. Ben de bi sinirlendim "ya tamam ben gidiyorum" dedim aldım çantamı gidiyorum. Baktım bu ağlamaya başladı. Ama nasıl ağlamak. Millet n'oldu falan diye toplandı. (Millet dediğimde M'nin bi kankası, bide onun sevgilisi. Çift çift mişiz gibi duruyo biliyorum ama alakamız yok.) Neyse bu ağladıkça ben kötü oluyorum tabii. Allahım ben n'aptım ki bu adama bana bu kadar bağlandı? İçim parçalandı resmen. O vakit acımaya başladım. Resmen sevgili olsam mı ya acaba, diye bile düşündüm ama yapamam ben yani. Aşık olmadığım bi adamla hayatta çıkamam. Sırf acıdığımdan, mutlu olsun diye?? Bi de dengesiz bu valla. Bir ay içinde yaşlandırır bu adam beni. Hemen düşüncelerimden sıyrılıp ikna etmeye çalıştım.
Yok, sakin olur musun, gel oturup konuşalım, bak beni de üzüyosun falan derken bu sustu. Ama sevgili olmadık tabii.
Ertesi gün bizim M'nin kankasından bi mesaj aldım. Fotoraflarıma bakıp ağlarken, birden bıçağı eline almış.
Yaşadığım şoku siz düşünün. Ama düşünmeden edemedim; benim bu adamda fotorafımın işi ne ya?, dedim bastım gittim M'nin kankası D'ye. Akşam saat beş buçuğa falan geliyo. 
Bu elinde bıçak, "ben sensiz yaşayamam, kimse senin kadar değer vermedi bana, kimse senin kadar ilgilenmedi"
Benim ilgim başıma bela olmuştu işte. Sustum bir şey diyemedim. Tek dileğim o bıçağı elinden bırakmasıydı o an. Çünkü resmen çıldırmış gibiydi. Ağlamaktan gözleri kıp kırmızı olmuş, daha da ağlıyordu. Öyle bir vicdan azabı çektim ki size anlatamam. Ben de ağlamaya başladım. D, beni mi sakinleştirsin, M'ye mi dur desin şaşırdı. İçimde ne varsa söyledim heralde o an.

"M, sen harika bi insansın gerçekten. İlk tanıştığımız anlarda kısa süre bi etkilenmem oldu ama bu öyle sandığın gibi bi şey değildi. İyi ol, hastalığın geçsin diye çok çabaladım, çok ilgilendim ama bi arkadaş, bi dost, sana değer veren biri gibiydi bu. Lütfen yapma. Bak lanet olsun hepsi için özür dilerim"

Sustu. Ama nasıl bir susmak. Kas katı kesildi resmen. Sanki az önce yalvar yakar ağlayan o değilmiş gibi, sanki hiç eline bıçağı alıp kendine saplamaya kalkışmamış gibi durdu ve elinden bıçağı bıraktı. 
"Git burdan" dedi. 
"Lütfen, bak gerçekten böyle-" Sözümü tamamlama izin vermeden tekrar gitmemi söyledi. Aldım çantamı çıktım ve o kapıdan çıktığımın üzerinden iki ay geçti.
Yazın canlı müziğe gittiğimiz bir akşam telefon çaldı. Arayan oydu. Açtım ama inan korka korka. Fark ettim ki; değer verdiğimden, iyi olsun dediğimden, yaptığım her şey bir süre sonra beni korkutmaya başlamıştı. Bu telefonda ağlıyo yine. Eskisi kadar üzülemiyordum. Sadistleştim mi, nedenini bilmiyorum. Ama artık doğal geliyordu belki bu olanlar. 

"Sen çok mükemmel bi insansın. Senin yaptığını kimse yapmazdı. Beni sevmemene rağmen, seni sevdiğimi bile bile yanımda kaldın, destek oldun her konuda. Bense adi bi adamım, sana neler yaşattım. Meleksin sen. Benim meleğim... Umarım hayat karşına hep en güzel şeyleri çıkarır, çok mutlu ve başarılı olursun. Senin benim için çabalarını boşa çıkarmıcam. Bu gün doktora gittim, ilaçlarımı yeniden yazdırdım. Düzenli olarak ilaçlarımı alıcam artık, hayatımı da düzene sokuyorum yavaş yavaş. Okula tekar gitmeye başladım mesela. Yani bil ki boşa çabalamadın. Her şey ama her şey için teşekkürler. İyi ki seni tanıdım. Sen bu hayatta karşılaştığım en eşssiz insansın. Kendine iyi bak" 

Kötü oldum ne yalan söyliyim. Hem de baya bi kötü. Çünkü hem ağlıyo, hem arada gülmeye çalışır gibi burnunu çekip konuşuyo, hem de bir yandan içiyo yani, belli. Aşık olduğum adam bile bana bunları yapmamıştı ki. İşte kader: senin kalbin başkası için atar, başkasının kalbi sana atar!
"Sende"dedim onca laftan sonra. Neden bir tek bunu dedim bilmiyorum, çıkıvermişti işte ağzımdan. Ama M, o an arkadaş olarakta hayatımdan çıkmıştı buna emindim.
Daha sonra D'de bana haber verdi. Gerçekten M ilaçlarını almaya ve okula düzenli gitmeye başlamış. Notlarını de epey yükseltmiş. Artık çok fazla da içmiyormuş. Bunu duyunca çok ama çok sevindim. Yirmilerinde gencecik bi gencin silinip gitmemesine sevindim, hep yanımda olan arkadaşımın hayata tutunmasına sevindim. Kısacası sevindim de sevindim.
Bu arada M'nin şu eski sevgilisiye ilgili detayı da öğrendim: Bunlar komşularmış, aşık olup çıkmaya başlıyolar. Kız buna deli divane, bu da kıza- ama bizim M'nin hastalığının baş gösterdiği zamanlar.... Kıza sevgisini gösteremiyo, ilgilenmiyo, kavga çıkartıyo ama sonra tekrar geri dönüyo falan filan derken bu kıza "Seni hiç sevmedim, öylesine çıktım, tatlı kızsın severim belki diye. Ama yok, sevemedim güzelim. Kusura bakma tam tersi de baya soğudum" diyo. Tabii bunu tahmin edersiniz depresif atağında yapıyo. Kız da bunu haliyle terk ediyo. M, sonra yalvar yakar olsa da, kız reddediyo ve başka biriyle çıktığını söylüyo. Öyle ki yaklaşık üç sene bu kızı unutamıyo M, her gördüğünde hep acı çekiyo falan. Hatta bu M'nin ilk intihara kalkışması da değilmiş. Bir gün bu kızla sevgilisini görüyo Bulvar'ın ortasında el ele. Kız tabii gayet mutlu. Üstünden üç yıl geçmiş yani, kızın olanları unutması gayet doğal. Unutmasa sorun vardır. Ama M, o gece ilaçla inhiharın eşiğinden dönüyo. Tabii ailesi hastalığın bunalımı sanıyo. Bende bana çabuk bağlanma durumunu da bu hikayeden anlıyorum tabii
Sonra ne mi oldu? En son bu yaz "Naber?" diye bi mesaj attı. Tam benim konservatuvar sınavları döneminde.

-Naber
-İyi sen?
-İyi bende. Napıyosun, okulu n'aptın?
-İstanbula geldim. Tiyatro sınavına hazırlanıyorum işte.
-Ne güzel, sevindim senin adına. İnşallah kazanırsın.
-Teşekkürler.
-Eee İstanbul nasıl?
-Güzel.
-Bende İzmirdeyim işte...
(Görüldü 01:40 - 14 Temmuz 2013)


7 Nisan 2014 Pazartesi

Sizin ilişki eskimiş canısı, yenisini verelim mi?


Hiç kimse bir ilişkiye bitecek diye başlamaz, değil mi? Ha o kadar ileri derece de farklı bakış açısı olan insanlar yok mu, var ama konumuz onlar değil. Ay bak şimdi aklıma K, geldi. Gerçi o ilişki adamı değilim diye ortada gezip gerçek aşkın peşindeydi en son, o da ayrı konu. Neyse yaaaaa.....
Ne diyordum. Hah, kimse bir gün ayrılacağını ya da öyle bir noktaya geleceğini düşünerek bir ilişkiye başlamaz. Aşk güzel şey, kabul edelim. Sevilmek, sevmek, sevdiğinle bir şeyler paylaşmak. Ama bir süre sonra sevgilinle öyle bir noktaya gelebilirsin ki artık uyuşamadığınızı, anlaşamadığınızı, ya da sürekli kavga ettiğinizi fark edebilirsin. E haliyle ayrılırsın, sonra bir şekilde ya yok ben onsuz yapamıyorum yaaaa. Yok yok ben hala deli gibi seviyorum, diyip sevgilinle tekrar barışırsın. Bu kronik bir rutine döndüyse de s.çtın kusura bakma. Olur o ilişki sana yalama ilişki. Yalama ilişki de benim tabirim. Bir ayrılıp, bir barışan çiftlere takıyorum bu lakabı. Kimsenin hayatı beni ilgilendirmez de, bende de bu gözlem olmayaymış n'apıyım. Hem onu yazma, bunu yazma derken bana yazacak malzeme kalmazdı. Kimsenin ilişkisinde değilim arkadaş, ben örneklerin çokluğuna bakarım.


Şu bahsettiğim yalama ilişki evresi çok saçma sapan bir durum aslında

Evre1: Her kavga da, her ayrılışta tüm fotorafları silmek

Bir de artık günümüz teknoloji ve sosyal medya çağı. (O nerden çıktıysa...) Yani artık sevgilinle fotoraflarını telefondan, bilgisayarından sildiğin yetmiyor gibi birde sosyal medya hesaplarından silmekle uğraşıyorsun. Facebook, twitter, instagram,  pinterest diye diye bu liste uzar gider.... Ha bir de foursquare var değil mi? Değişik değişik yerlerde check-in yapıp sevgilini etiketleyip "aşkımlaaa gezmelerdeyiiiiizzz" diye bir not yazıyorsun. Ya da am at AŞK, MUTLULUK falan yapıyorsun check-in'ini. Yani düşün kaç tane hesabın varsa o kadar farklı yerden sileceksin resimleri, ölme eşeğim ölme

Evre2: Facebookta ilişki durumunu İLİŞKİSİ YOK yapmak

İlişki başlanırken o mutlulukla, hevesle bilmem kiminle ilişkisi var diye değiştirdiğin ilişki durumunu ilişkisi yok olarak değiştiriyosun. Bildiğin "artık bekarımmmm!" demenin sosyal medyadan duyurusu gibi durmuyosa da ben de bişey bilmiyorum. Hayır o zaman ilişki durumunu gizle, ne diye millete yayarsın ki yani. Aman neyse benim mi ilişkim.

Evre3: Bu sefer kesin bitti demeler

Özellikle ortak arkadaşlarınız varsa şöyle bi muhabbet geçmesi muhtemel;

-Kanka niye ayrıldınız ya, noldu yine?
-Olmuyo oğlum/kızım çok üstüme geliyo yaaa, sıkıldım artık, bıktım. Zorlamanın alemi yok valla. Bu sefer kesin bittti. Herkes yoluna.

Evre4: Biz barıştık

Ne barışması ya, ne barışması yani? Sen resimlerini sildiğin, facebookta ilişki durumunu ilişkisi yok olarak değiştirdiğin, o sözde onsuz yapamadığın ilişkinde ki ayrılığı barışmak olarak mı görüyorsun? Biz ne küsmeler gördük, böyle barışmaları olmadı hohoy demek istiyorum böyle bir şey duyunca. Resmen ayrıldın, tekrar sevgili oldun. Hani bu daha uygun bir cümle oluyor.


Böyle bir olay yaşamadım desem yalan söylerim. Şahsen sen mi yaşadın derseniz, hayır. Bırak daha ilişkiye başlayayım, ayrılık evrelerim şurada dursun. Amaaan takmıyorum, hayat bana güzel. Acı çekmiyorum en azından heyt bee! Neyse bir arkadaşım vardı. Ona da S diyelim. S bir kızla bir seneye yakın çıkıyor. Bunların arasını da bir arkadaşımız yapmıştı. Kız bizim S'yi beğeniyor falan bizim arkadaşa yalvar yakar bana bu S'yi ayarla diyor. Neyse bunlar buluşuyor. Kız alttan giriyo, üstten çıkıyo çocuğu kendine bağlıyor. O günden sonra da bir yıla yakın çıkıyorlar. Yahu elin kızlarına bak be demeden duramıyorum maalesef. Bildiğin bizim oğlan öylesine gitti yani....
Başlarda gayet iyiler, bizim ki facebook'a aşktan ölücem tarzı resimler koyuyo bu kızla, sarmaş dolaş. Daha sonra bunlar ufaktan ufaktan kavga etmeye başladılar. Kimse takmıyor tabii "S ve F ayrılmaz olum, onlar baya bağlılar bir birlerine" falan filan.... derken bunların ilişki tam üstte yazdıklarım gibi yalama ilişkiye döndü. Hatta bu lakabı onların ilişkilerinden buldum diyebilirim. Bir ayrıl bir barış, iki ay çık, bir ay ayrıl gibi saçma sapan bir şeyin içine girdiler. Bizim de artık "ayrılmaz onlar" dediğimiz ilişkileri "kesin yine ayrıldılar"a dönüştü. Baktım S üzülüyor falan ama sanki ilk ayrılıklarında yaşadığı üzüntü yok. Bizim kızda gururlu kadın ayaklarında ama o bizimkinden daha tedirgin gibi. Bir gün konuştum bizim S'yle. "Ya B, bir seneye yakın çıkmışız. Haliyle onla yaşadıklarım var, alıştım yani. Şimdi yeniden biriyle tanış, sev, güven ohooo..." falan gibi tamamen her şeyi ortaya seren bir laf etti. F, S'nin bir seneye yakın birlikte olduğu sevgilisiydi. Onu tanıyordu, F de S'yi. Bu ilişki alışkanlığa dönüşmüştü işte. Bir birleri olmadan yapamadıklarını zannediyorlardı oysa asıl doğru olan bir birlerine alışmaları ve ayrıldıktan sonra olan düzeni kabullenmemeleriydi. Hırs da vardı....

Toparlayacak olursam her zaman şunu düşünürüm bir ilişki ciddi anlamda bittiyse (yazdığım evrelerin gerçekleştiği bir bitiş gibi) bitmiştir. Hani bir söz var "giden gitmiştir, gittiği gün bitmiştir" diye. Çok doğru bir söz. Eğer kaç yıllık olursa olsun sevgilinle ilişkin o ya da bu şekilde bitiyorsa ortada belli bir sorun olduğu için bitiyordur. Zaten ettiğiniz ufak tefek kavgalardan bile ortada bir sorun olduğu ortadadır. İlk ciddi kavgadan sonra barışılıp, tekrar ayrılıyorsanız da kusura bakma demek ki ortada hallolmayan bir sorun var ki, üzülerek söylüyorum maalesef bir ilişki de büyük bir sorun varsa o sorun hallolmuyor. Çünkü karşındakini değiştirmeye çalışmak çok gereksiz bir şey bence. Beni böyle sevdiysen, kabul ettiysen, beni neden değiştirip başkası gibi yapma derdindesin ki? Anlaşamamazlık sorunumuz varsa anlaşamıyoruzdur. Anlaşmamız için kırmızı ve yeşil elmaya dikiş tutturmaya çalışır gibi sürekli boş yere çabalamanın anlamı var mı, yok. Yani canımlar kısacası; bir ilişki de "yürütemıyoruz" lafı geçtiyse o gemi gitmez. 

Ve bana soracak olursanız ayrılır ayrılmaz yukarıda yazdığım evreleri yapan biri için o ilişki çoktan bitmiştir, fark edemiyordur, anlaması gerekiyordur, anlayacaktır vs vs. Çünkü şahsen bir insan sevdiği kadınla/adamla olan fotoraflarını tüm hesaplarından öyle gözü kapalı pat diye silemez. İçim gider benim ya....!! En fazla içimde hiç bir şey kalmayacak, her şeye karar vereceğim ve onsuz bir hayata başlayacağım zaman silebilirim. Ben ilk aşkımın fotoraflarını bile iki sene sonra silebildim yani. Tamam herkes benim gibi olmayabilir ama bence fotorafları silmek bile büyük bir işaret. Ha anıları kolay silebiliyorsan, artık değerli görmediğin içindir ya da daha kötüsüdür: o anıların çok fazla etkisinde kalmamışsındır.



Belki de bitmesi gerekiyordu. Belkilerle yaşanmaz ama bitmesi bir mesaj olamaz mı?


10 Şubat 2014 Pazartesi

Yazmak ya da yazmamak. İşte tek mesele bu.

Bu hayatta emin olmak zor iş. Eminlik yoksa belirsizlik var işte. Ben de ikisi arasında sabah koşusuna çıkmış gibiyim. Gerçi hayatım orta şekerde harika gidiyor şimdilik. Bak yine şimdilik diyorum, çünkü sonrası Allah kerim. Sömestır tatili için asıl şehrim, Kuşadasına geldim. Gelirken on beş dakika kapıda, on beş dakika hava da, yarım saat gecikmeli geldim aslında. Aylardan sonra Ada'ya gelince, ilk bir saatim tuhaf tuhaf bakınmakla geçti. Bazı yeni yerler açılmış, yollar yapılmış ,hiç görmediğim yüzleri görüyorum etrafta... Her an bilimkurgu'ya dönüşebilecek potansiyeli olan bi film gibiydi anlayacağın. Şu "bıraktığın gibi bulursun" cümlesi yalanmış arkadaş. Şiirsellikte dramatize ediyor ama benim olayıma uymadı. Böyle yazdığıma bakma, o afallamış halimi üstümden atar atmaz hemen gezmeye, tozmaya başladım. Arkadaşların biri çağırır, diğeri çağırır. Biri davet eder, biri gelir, biri gider... Ohoo bu böyle, uzar gider. Geldiğim ilk gün arkadaşımın kuzeninin doğum gününe gittim, bu kadar da balıklama daldım yani gelir gelmez. Ki içimden de dedim, "kızım Beste, daha yeni geldin ya, bi soluklan. O kadar rötarlı geldin, hava şartları mağduru bi kızsın sen" diye ama, bu sefer iç sesime kulak asmadım. Allahım, bu zamana kadar astım da n'oldu. Kalp sesiymiş... Çalar saatimin sesi daha iyi.

 Hayatta ne istersem onu yaptım. Yani bana istemediğim şeyi biraz zor yaptırırlar, amma ve lakin şu kalbimin sesini eğitim ve kariyer kategorisinde dinlediğimde bi geri dönüş alabildim, diğerleri helyum balonu gibi söndü yani. Neyse zaten ayın on beş'in de bu rüya tatil sona erecek. İstanbul'a ayak bastığım an itibariyle Sakarya'ya çekimlere gideceğim. Kuşadası'nın kışı gelmemiş, bahar havasından sonra Sakarya'nın ya don ya yaşa havası biraz beni huzursuz ediyor ama n'apalım, işim bu. Ne kadar da zor şartlar ve yorgunluk olursa olsun işime tam gaz devam. Antartika da bile olsa fark etmez. Kuşadasında tanındığımı fark ettim. Yani en azından geldiğimden bu yana. Zira bi kaç insan kendi aralarında benim hakkımda konuştular. Hatta ben onları duyuyor ama onlar beni fark etmiyorken. E hal böyle olunca ben de dinledim tabii.

-Beste Tosuner diil mi bu?
-İsmi tanıdık geliyo ama...
-Yok, yok o. Diş Hekimi'nin kızı. İstanbul'da okuyodu bu heralde.
-Havalı bi kız gibi bu ya. 

-Aaa Beste.
-Ne Beste?
-Beste oğlum bu. Şu A'nın arkadaşı. Tanışmışlığımız var bu kızla bizim.
-Eee?

-Beste'ye bak saçını boyatmış galiba.

-İlk okul da Tosun derlerdi bu kıza. Vay bee!



İlk okul da Tosun demeleri, ergenliğimin başlarındaki travmaydı zaten. Otuz bilmem kaç kilomla Tosun 
dediklerinde kendimi altmış, yetmiş kiloluk çocuk obezler gibi hissediyordum. Tamam yani o zamanlar herkese lakaplar takılırdı falan ama Tosun ne ya? Tosun ne yani? Muşmula surat, martı kaş, dört göz gibi klasik bilindik lakaplar varken bir kızın en acı noktası kilodan giriş yapılır mı? Şimdi bana Tosun diyenler bilmem kaç kilo ama neyse artık. Gerçi orta okulda bu durum değişti de bunun yerine Çakma Vanessa denmeye başlandı. Şu High School Musical da Gabriella rolünü oynayan kız işte, Vannessa Hudgens. Ona benzetiliyordum, hala bezetiliyorum aslında ama artık Çakma Vanessa diye seslenenler yok, şükür ki. Bi tek teyzem Vanessa der, onun dışında bir çok insana göre ben Beste Tosuner'im, Tosun'da değil yani Tosuner. O er ekini eklemek zor geliyordu demek ki ergenlik döneminde.
Uslu bi çocuktum aslında ben ama sanırım biraz alıngandım. Yani "sana Tosun dediklerinde Tosun olmuyorsun ki" diyen ilk okul öğretmenim alınmasın ama, olmuş kadar oluyordum sanırım. Kendini on, on bir yaşında Tosun hissetsen n'olur, hissetmesen n'olur. Ama yoook, evde annem, babam prenses diye seslenince, okulda Tosun diye seslenilmesinin travması öyle kolay olmuyor işte.